Bir isyanla başlardı devrik cümlelerin.
- “Niçin yarım bırakıyorsun şu cümleleri be ustam.” diye söylenirdim sana.
-
“Sonunu getirmeye yoruluyorum evlat, nefesim yarı yolda tıkanıp kalıyor. Zaten şu üç günlük dünyada ne tamı tamına ki.” diyerek kaldırırdın elindeki kadehi. “Şu radyonun da sesini aç oğlum duyamıyorum, kulaklarım ağır işitiyor artık.” derdin.
Radyodaki şarkıya eşlik edişini hayranlıkla izlerdim. Ne güzel içerdin o rakıyı, ne güzel eşlik ederdin o gevrek sesinle geceye. Bir sende adam gibi dururdu da şu meret, geri kalan her şeyi dağıtırdı. Hele bir de tüttürdün mü bir cigara, değmeyin keyfime. Seni izlemekten mest olurdum adeta.
- Yaşlandık be evlat! Bak bir zamanlar taşı yarıp ekmek çıkaran bu eller, şimdi çöplerden yiyecek taşıyor. Bir zamanlar bir eve umuttum ben, şimdi karanlık sokaklar evim oldu. Haa, gocunmuyorum bundan evlat yanlış anlama, ben yitip gitmişliklere isyan eder oldum. Ama mutluyum be evlat iyi yaşadım. Sadece tüm şaşkınlığım solup giden bedenime ve şu titreyen ellerime derdin ve o elleri saklamak için masanın altına gizlerdin ya, ağlamamak için direnirdim zamana be ustam. O titreyen ellerini öperdim.
Bizim zamanımızda ne güzeldi yaşamak derdin. Hele bir sevdalar vardı ki sorma gitsin! Filmlere konu, şiirlere mısra olacak cinsten. Fakirdik, kıt kanaat geçinirdik ama mutluyduk evlat. Tek gözlü damlarımız vardı ama hep bir arada yaşardık. Aileydik. Karı kocaydık.
Evlattık. Babaydık. Kısacası adam gibi adamdık evlat. Davamızda düşmanlığımızda sağlamdı bizim, el etek öptürmezdik, haksız kazanç yemezdik biz. Kimse kimseyi üç kuruşa satmazdı.
Ben her dinleyişimde soluğuma oturan bir yumru ile dinlerdim seni. Görmedim geçirmedim ama yaşatmış kadar olurdun bana. Gençliğini anlatır, bana ders olsun diye öğütler sıralardın. “Şimdi tek arkadaşım şu bastonum diyerek gözün kulağın gibi bakardın ona.”
Söverdin şimdiki nesile. Eli ekmek tutamayan adamlar derdin. Bu memleketi ne çok sevdiğini anlatırdın hep. Yuvan olmuştu sokaklar, kedi-köpekler ise tek dostun. Arada hüzünlenir uzaklara dalardın ya iç çekerek.
- Yine daldın ustam derdim ben.
Napayım evlat, bu zamanlar dar geliyor bana. Yine burnumun direği sızladı hasretten diye iç geçirirdin. Ben ise kocaman sarılırdım hasret kokan yüreğine.
Söylesene be ustam! Nerede saklanıyor bu insanlık. Nerede bir çırpıda tüketilmiş sevdalar? Mutluluk kaç adım ötede? Bir çocuğun elinde kalem olması gerekirken bir kan niye olur, söylesene be ustam. Bir çocuk gülmesi gerekirken niçin ağlar?
İkimizde cevap veremezdik ustam bu sorulara. Çünkü bilirdim, vardı cevabın ancak yüreğin dağlanırdı da ağlamaktan çekinirdin. Bilirim hala yağız bir delikanlıydın sen, ellerin toprak kokardı, ben o ellere tutunur koklardım.
- Sen söyle evlat derdin. Görmeyeli ne olmuş bu memlekete?
Şimdi boğazımda bir düğümle boş bıraktığın o sandalyede gözlerim ağlamaklı, dinliyorum sevdiğin radyoda çalan şarkıyı.
Şimdi cevap vereyim ustam…
- Alın teriyle nasır tutan kömürleşmiş ellere, utançla bakan gözler sarmış meydanı.
Fakir insanlara uzaktan acıyan ama konu bir yardım etmeye geldi mi, köşe bucak kaçan insanlar dolmuş memleket.
Başının üzerinde umuda sere serpe uzanan gökyüzüne bakmayı unutmuş düşünceler var artık.
“Kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde.” diyerek Müslüm babayı dinlemekten aciz olan yürekler var.
Şimdi sen söyle ustam. Bu memleketi adam etmek için kaç yürek gerek?