Yeni Nesil Bir Şair: Ömer Alkan – I

0
635
Yeni Nesil Bir Şair: Ömer Alkan -II

11. yy bilginlerinden Nişaburlu şair Hayyam bir hem yazar hem astronom hem de filozoftu. Bir matematikçi olarak çalışmalar yapar, gökyüzünü inceler ve araştırmalarla ilgilenirdi. 21.yüzyıl İstanbul’unda ise ilgi alanı teorik fizikten antropoloji, sosyoloji ve felsefeye kadar geniş bir şair olan Ömer Alkan var karşımızda. İkisi de kutsallara saldırıyor, derinleri kazıp kökleşmiş olana meydan okuyor, bizlere onur veren ancak bir yandan da sıkıştıran sınırlandıran kurumsallığa ve yüceliğe şiirin kılıcıyla yürüyor. Şiirin salt duygu yüklü dizelerinden taşıp felsefeye, doğaya, modern yaşama ve metafiziğe yer veriyor.

Ömer, şiiri zanaatten ayırmıyor ve üretim sürecinin kıymetli olduğunu vurguluyor. Bir yandan görsel efekt şirketinde grafik animasyon alanında çalışırken diğer yandan kendi müziklerini besteliyor. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji mezunu olan Ömer, yeni neslin tüm özelliklerini taşımakla beraber ilk çağlara uzanan konularda şiirler yazıyor ve aynı zamanda bir fikir adamı. Şiirlerinde, varoluşçuluğa, dil felsefesine, mitolojiye ve özellikle tragedyalara bol referanslarda buluyor. Bunların yanında bilime inanmak ve önem vermekle de kendisini tanımlayan Ömer “Hayyam da sonunda nihilist bir damara geçiyor. Nihilistlikten bilgi için yürüme var şiirlerinde” diye ekliyor.

Fihrist dergisinin hem yazar hem kurucularından Ömer; “Tarih boyunca biz sadece kendini gösterebilenleri biliyoruz. Tarih her zaman en iyileri, en güzelleri bulur ortaya çıkarır diye bir şey yok. Bu çok naif bir düşünce olurdu. Çok fazla güzel şey tarihin içine gömüldü. Ancak gösterebilirsek sahnede olabiliyoruz ancak o tarafa fazla yönelirsem yani kim ne der diye dert edinirsem kaybedeceğimi de biliyorum. Kitapları belli bir fikir doğrultusunda silsileye koyup kendi yayıncılığımla basayım dedim. Böylece başkalarına tabi olmamak, özgürlük alanı bulmak mümkün oldu.”

 “Bir dilin edeceğinden edebileceğinden fazlasını koydum hah şu orta yere.”

Üretim alanında dil ile baş başa kaldığımızda Türkçe’ye iş düşüyor diyen Ömer anadile aşırı saygı duyuyor. Kan, Kın, Kor ve Kut kelimeleri de zaten Türkçe’nin öz kökenlerini çağrıştırıyor. Bu dili seven, özen göstermek ve genişletme çabası içinde olan bir yazar olduğunu belirten Ömer’in gerçekten de kitaplarında yazar ve şair olarak dilde açılımlar meydana getirme eğilimi fazlasıyla hissediliyor. Dil felsefesine kafa yoran Ömer için kelime üretmek, doğrudan toplumun kolektif bilincinde açılım yapmak yazar ve şairlerin görevi olmalı.

“Hep geleceğe baktığımdan, geçmiş esansı kalan buğulu bir birikim gibi geliyor.”

Gündelik yaşamda ne bir anısını düzgünce anlatabilme ne de bir şeyi ezber tipi aklında tutabilme yeteneği olmadığını itiraf eden Alkan: “Hep geleceğe baktığımdan geçmiş sadece esansı kalan, buğulu bir birikim gibi geliyor, ben hep topladıklarımla gidiyorum. Bende hep toplamlar var. Bir fikir, bir çıkarım, teori ile ilerleme var. Ama anıların kendisi değil, yani şiirde özel anılarım yok” diyor.

Yazarken bilinç akışı yöntemi olduğu kadar, monolog üslubuna da hakim; düşünce tarafının yoğunluğuna odaklanmış ve aklın keskinliğinin ucuna takılmış bir şiir anlayışı var.  Şiirlerinde güncel verilerden beslenmeye yanaşmıyor. Dante’nin İlahi Komedya’sındaki zamansızlık, Cennet-Cehennem ve Araf arasındaki o atmosferi yazma çabası ile sonsuzluk hissini veriyor.

“Müziğin zarafetinden başkasını bilmem kardeş yemin ederim.”

Müzik hayatımın en ciddiye aldığım parçası diyen Ömer’in müzikle ilişkisi takıntı boyutunda. Müzikle yazıyorum, diyor. Bu nedenle yazıları müzikle bestelemeyi seçmiş, şiirleri için kafiye üzerinden müziği hissettirme çabası diyor.

Mitolojiden ve insanın varlık mücadelesinden besleniyor şiirleri. Bin yıllık aşk var dediği dizelerde, bugün hafife alınıp geçiştirilen duygulara yer veriyor. Walter Benjamin’in “Okur her an yazara dönüşmeye hazırdır” ifadesinden yola çıkan Ömer, şiirlerinin düşünsel altyapısını oluştururken, sosyolojideki yapısalcılıktan özellikle etkilendiğini belirtiyor: “20.yy zaten felsefenin dile bağlanması; dil felsefesi çağı ve sosyal bilimlerin dil odağında ilerlediği bir dönem.”

Söylem, Kan, Kın, Kor ve Kut adlı kitaplarında mitolojinin, ilk çağların kapılarını aralarken insanlık mirasının dünden bugüne inşa ettiklerini ve her yeni inşa için yeniden yıktıklarını ele alıyor. Söylem kitabı düzyazı türünde olup, yine kalemini şiire kaçmaya bir kala tutmaya çalışan bir yazarın kendine söylevlerini; kısaca şiirlerine temel oluşturan notlarını görüyoruz.

Çocukluk devri, büyümeye hazırlık, düşünsel bunalımlar ve yeniyetme bir savaşçının nidalarını duyduğumuz “Kan” adlı serinin ilk kitabında, yaşamın ve doğanın yenilik getiren canlılığına vurgu yapıyor. Kan; yaratıdır, hayattır akışkandır.

“Sen zanneder misin ki ben kan kokusuna bayılırım, belki bolca içerim ama kurudukça ondan kaçarım. Ben hayata taparım ya da hayat beni tapınak kılar, benimle yücelir ve bileğimin vehmini azdırır.”

Kan, aynı zamanda yeniyetme bir savaşçının kolaycı tavrında bulunan taze enerjiyi ve yoğunluğu sembolize eder. Savaşçının bu yaklaşımı ise macerasına atılır atılmaz hızlıca ölüme teslim olmasına neden olur. Ancak bu ölüm gerçek savaşa hazırlıktır.

Kın kitabı ise direkt ölümde karşılıyor okuyucuyu. Savaşı ve mücadeleyi anlatan  “Ölümü Bir Geçe” ve “Mezarbaşı Ayetleri” şiirleri özellikle yoğun bir depresyon döneminde yazıldı. Mezar savaşçının kılıcını kınına kapatması ile temsil edilir ve kın tabutun ya da toprak altının soğuk yoğunluğunu barındırır. Ölüme eşdeğer olan bu aşamada tüm çaba ölümü yenmek için hazırlık yapmak üzerine kuruludur. Şiirler başlangıçta ölüme giden tüm yolları tasvir eder, sonraki şiirler ise toprak altı saatlerin acısına teslim olmuştur:

“İnerse hazırım el verin

Vuralım ve bir iki

Üç işte vur puştu

Vur iyice sindirsin yarayı

Aksın kanı buğusuyla öfkem aksın ardına

Ölsün işte geberen bana dönsün sureti

Yükseğe dikmişse gözünü bir nida, tiz

Perdeye çıkmışsa düşecektir

Ve bilsin düştüğünde vurulacaktır.”

Dizelerinde kişinin ölümle yaşam arasındaki o geçişe direnişi, bu mücadeleyi kaybedişi ve kaybediş anını daha da keskinleştiren toprak soğuğunun keskin ve acımasız darbesi ile artık umudu kesin bir biçimde yıkmak gerektiği gerçeği ile karşılaşıyoruz. Nietzsche’yi çok fazla anımsatan bu yaklaşımı Ömer’e sorduğumuzda, Ömer tam olarak böyle olmadığını belirtiyor. Nietzsche umudu bir yıkımmış gibi öldürürken, Ömer umudu ölümde buluyor. Umudu tam da yeniden doğurmak için öldürüyor. Çünkü “Kaderin Kordon Bağı” nda umut, gökyüzü ve denizle geri döner. Kendi gökyüzüne koşmaktan söz eder bu sefer:

 “Bil ki toprakaltı nesline bakıyorum akşam sekiz sabah beş ve gündüze kuruyorum saati. Gündüze bakıyor ayağım! Diyorum ki, gün, güneşinde ısınacağım, hah!”

Tam da bu sebeple seriyi Kor kitabı takip ediyor.

*İkinci bölüm yarın yayınlanacaktır…

PAYLAŞ
Önceki İçerikİDSO’dan Mayıs Ayının İlk Konseri Cemal Reşit Rey’de
Sonraki İçerikYeni Nesil Bir Şair: Ömer Alkan – II
Beyza Dut
Beyza Dut; Sanata ve duygulara dair olan ne varsa yaşamın merkezine alınmasında bir sakınca görmeyen biri… Lise yıllarını İstanbul-Çemberlitaş’ta, üniversite yıllarını Çanakkale’de geçirdi. Bir süredir online mecralarda yazılarını paylaşıyor. İstanbul’da yaşıyor. Halen İstanbul Üniversitesi ‘’ Uluslararası Medya’’ programında master yapmakta olup, tam zamanlı olarak uluslararası bir stratejik araştırma merkezinde Göç ve Medya üzerine Araştırma Asistanı olarak görev almakta. Tiyatro eğitimi ve deneyimleri de bulunuyor ve pek çok gönüllülük esaslı faaliyetlerde bu deneyimlerini projelerine yansıtmıştır. Şiir yazmak ve resim çizmek en sevdiklerinden…