Haneke, filmlerinde modern insanın bunalımlarını ve sorunlarını gerçeklik arayışı içinde işler. Michael Haneke politik filmler yapmadığını söylese de kendisinin izleyiciyi rahatsız etme ve filmlerinde konu edindiği olaylar üzerinde onları düşündürme amacının politik bir düzlemde gerçekleştiğini söylersek hata etmiş olmayız. Seyircilere filmlerini huzursuz seyirler dileyerek sunan yönetmen işlediği konuları daha çok teorik bir çerçevede ele alıp filmlerinde her zaman izleyiciyle kamerası arasına bir duvar örmeyi tercih etmiştir. Bu bağlamda izleyicinin kendisini filmdeki karakterlerin yerine koyması ve onları içselleştirmesi zordur.
Yönetmen izleyiciyi duygusal anlamda sarsarken anlattıklarının ajitasyona kaymamasını ve gerçekliğin soğuk duş etkisiyle senaryonun çarpıcılığının etkisinin artmasını istemektedir. Yönetmen bireyin kendi kendisine yabancılaşmasını, duygularından ve içsel motivasyon dinamiklerinden uzaklaştırılma sürecini daha çok orta sınıf üzerinden işlemeyi tercih eder. Küreselleşme ve kapitalizmin etkilerini en iyi orta sınıf üzerinde gözlemleyebileceğimiz için yönetmenin tercihini bu yönde yaptığını düşünmekteyim. Bireysel varoluş sürecini tamamlayamadan sisteme entegre olmak için ırk, grup, aile, inanç gibi normlara tutunan modern insan sanayi toplumunun bir parçası haline gelmiştir. Geçiş sürecinin izleri ise orta sınıf üzerinde daha keskin şekilde yer etmiştir.
Yönetmenin orta sınıf Avustralyalı bir ailenin parçalanmasını konu alan filmi Yedinci Kıta (The Seventh Continent)‘yı Haneke’nin sinemadaki tavrının anlamlandırılması açısından çok önemli buluyorum. Yönetmenin en başarılı filmlerinden biri olduğunu düşündüğüm yedinci kıtanın Haneke’nin ilk sinema filmi olması manidar. 1970 yılından beri, hem sinema, hem televizyon için yönetmen ve senarist olarak çalışan Haneke 1989 yılında “Der Siebente Kontinent / Yedinci Kıta“ ile Locarno Uluslararası Film Festivali’nde Ernest Artaria Ödülü’ne layık görülmesinin ardından, çeşitli festivallerde yine yönetmen ve senarist olarak ödüller aldı. İlk sinema filminin ardından adından hayli söz ettiren ve eleştirmenlerden övgüler alan yönetmen “Duygusal Buzlaşma” adını verdiği üçlemesinin ilk filmi ” Der Siebente Kontinent / Yedinci Kıta” ile 1989′da başlamıştır. Üçleme 1992 yapımı “Benny’s Video / Benny’nin Videosu“ ve Haneke’nin iki yıl sonra çektiği “71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls / Bir Şans Kronolojisinin 71 Parçası“ ile tamamlandı.
Yedinci Kıta’da izlediğimiz aile hayatın anlamsızlığı karşısında konformizme sırtını dayamış bu nedenle de otomotikleşmiş, yalnızlaşmış ve duygusal anlamda yozlaşmaya uğramıştır. Hayatla tüm bağları kopmuş yaşama enerjisi, motivasyonu kalmamış bir ailenin topluma karşı sorumluluklarını yerine getirmek için sabah 6 da kalkıp işe giderken taktıkları maske üzerlerine yapışmıştır. Düşünsel edilgenlik içine girmiş herkes gibi toplumun kendilerine yüklediği sorumlulukları sorgusuzca yerine getirmektedirler. Evi ise daha küçük bir çocuktur ve insan doğasına aykırı bir şekilde sıraya hapsolarak tüm gün ders dinlemesi onu rahatsız etmektedir. Kişisel özgürlüğünden feragat etmek için yeterince büyümemiş, toplum tarafından tektipleştirilen kuralları tanıyan onları uygulayan birey haline dönüşmemiştir. Dolayısıyla hocasının uyarılarına rağmen içsel rahatsızlığı fiziksel hale bürünür ve derste nedensizce kaşınmaya başlar. Yönetmenin sistemden duyduğu rahatsızlık böylece Evi’nin kaşıntı krizlerinde kendisini gösterir.
Filmin başlarında sıklıkla eşyalara yakın çekim uygulanması hatta diyaloglar devam ederken bile kameranın aynı çekime devam etmesi insanların mekanikleşmesine sıradan bir eşya haline gelmesine yönelik bir tepki içerir. Buradaki bir önemli detay daha insanların yaptıkları iş her neyse bunu sadece yapmış olmak için ya da ödev olduğu için yapmaları ve yaptıkları edimden haz almamalarıdır. Filmin ilk sahnelerinde ailenin sabah kahvaltısına yine yakın çekim eşliğinde tanıklık ederiz. Çeşit çeşit yiyeceğin çatal bıçakla kurallar silsilesi etrafında büyük bir resmiyet içerisinde yenmesi filmin sonlarına doğru belli bir bilinç seviyesine ulaşılmasıyla ailenin evde kalan az miktarda yiyeceği büyük bir iştahla kuralsızca hazla yemesine dönüşecektir. Filmle ilgili değinmek istediğim bir diğer önemli nokta modern insanın içine düştüğü yalnızlık, kendisine yabancılaşması ve yönetmenin ifade ettiği şekliyle kent insanın duygusal buzlaşma sürecine girmesidir. Filmde bu duruma verilecek en açık iki örnekten birincisi Evi’nin annesinden daha fazla sevgi talep ettiği bu uğurda kör taklidi yaptığı sahnelerdir. Annesinin kendisiyle daha çok ilgilenmesini isteyen Evi göz doktoru olan annesine kör olduğu yalanını söyler ve annesine yalan söylediğini itiraf etmesiyle annesi tarafından tokatlanır. Evi’nin kendisine olan güvensizliği toplumun en küçük faşizan kurumu olan aile tarafından böylece perçinlenmiş olur. Yine de çocuğun yalnızlığı ve sevgisizliği birçok filmde olduğu gibi yedinci kıtada da büyük bir yanılgı içerisinde sadece anne- çocuk ilişkisi üzerinden resmedilir. İkinci örnekte ise tüm aile yemek masasında toplanmış gündelik hayatlarıyla ilgili yüzeysel bir sohbetin içindeyken Evi’nin dayısı birdenbire ağlamaya başlar ve kafasını Anna’nın göğsüne dayar. Tüm aile buna bir anlam veremese de onu yatıştırmaya çalışırlar.
Son olarak yönetmenin seyirciyi sık sık ekranı karartarak filmden uzak tutma çabaları George ve Anna çiftinin trafik kazasında ölen başka bir aileyi görmesiyle son bulur. O andan itibaren yönetmen seyircinin sıkılgan ve tepkisiz ruh halinden sıyrılıp duygusal olarak sarsılmasını ister. Araba yıkama sahnesinde çiftin hayatlarının anlamsızlığını fark ederek ağlamaya başladıkları sahneden itibaren evdeki tüm eşyaları kırıp dökmelerine kadar geçen sürede yönetmen filmdeki potansiyel enerjiyi yükseltir ve seyircinin aynı şekilde içinde biriktirdiği öfkenin dozunu arttırmasını ister. İzleyicinin kafasında oluşan acaba intihardan başka bir çözüm yolu bulunamaz mıydı ya da intihar bir kurtuluş mudur sorularını ve karakterlerle aynı anda içselleştiremedikleri intihar kararını yönetmen 3. Kişilerin aileyi sürekli rahatsız etmesi ve mahremiyetlerini ihlal etmeleri sayesinde meşru kılmaya çalışır. Ev telefonunun hiç susmaması, evin kapısına dayanan görevlilerin aileyi telefonlarını açık tutmaları konusunda uyarmaları insanların kendi hayatlarıyla ilgili aldıkları en temel kararlarda bile kamu düzenini gözetmeleri gerektiği düşüncesinin dayatılmasından duyduğu rahatsızlığı yönetmenin ifade ediş şeklidir. Ve bu örnekler film içinde beklide göreceli olarak ani gelişen ve inandırıcılığı tartışılır olan intihar kararının bile seyirci tarafından onaylanmasının sağlamıştır.
Filmde orta sınıfa mensup bir ailenin yalnızlığı, hayattan keyif alamama nedenleri, içinden çıkamadıkları mutsuzları anlatılmış. Bu aileden yola çıkarak modern insanın yalnızlığı ve kendine yabancılaşmasına dair de çok fazla detayın anlatıldığı bir film olma özelliği taşıyor Michael Haneke’nin Yedinci Kıta filmi. Filmden geriye akıllarda intihar tek çıkış yolu mudur sorunu bırakarak.
Yukardaki yazıyı her kim yazdıysa tebrik ediyorum, çok iyi açıklamış filmi. Yazıyla alakalı olmasa da, yazan kişinin IB mezunu olduğundan ve satıcının ölümü adlı kitaptan baya etkilenmiş olduğunu düşünüyorum. Yazan kişi geri dönerse merakım giderilmiş olur. Tekrardan tebrik ediyorum, ellerinize sağlık.