Akşam saatleri genelde hava biraz ılıman olurdu, gecenin o ürküten soğuğuna kendini bırakmadan önce. Hava, yavaş yavaş kararmaya başladığında tepenin arkasına saklanma çabası içinde olan güneşin yüzünü, gökyüzünde asılı gibi duran bulutlar bir peçe gibi sarmaya çalışırdı. Hafif bir ekşi sarı, sarıverirdi İstanbul’un Avrupa’sındaki tepeleri ve onları izleyen gökyüzünü. Güzel bir görüntü oluşur, oluşan o görüntüyü izleyen gözleri büyülemek fazla bir zaman almazdı. Her akşam orada hayatla ekmek kavgası veren izleyicileri de vardı tabi. Onları her detayıyla izleyen, saçları beyaz, gözleri kara ve doğanın onlara vermiş olduğu tüm ürkekliği içlerinde barındıran birkaç martıydı bunlar.
Martılar, hayata az sinirli biraz da korku dolu gözlerle bakardı. Bazen arkalarında bulunan hastaneye sirenlerini de peşine takan bir ambulansa sinirlenir, bazen de boğazdan her gemi geçtikten sonra sinirlenip tüm hırçınlığını yol kenarında bulunan irili ufaklı kayalara vuran dalgalardan korkarlardı. Yinede batan güneşi izlemek hele de şanslarına birkaç balıkta yediyseler onlar için paha biçilmezdi.
Kısa zaman geçmeden güneş batmış olur ve zifiri karanlığa boğulurdu boğaz. Kararan hava uyku vaktini getirip günün yorgunluğunu atmak için martılara zemin hazırlamaktaydı. Yolun diğer tarafında, özene bezene hazırlanmış olacak ki hastanenin kömür sobasının tüttüğü birkaç baca durmaktaydı. Her birinin ayrı ayrı kenarına yuva yaptığı bacalar martılar için paha biçilmez bir saraydan ibaretti.
Diğer herkes gibi, gagalarının altında duran parçalanmış ve de ölmeyi hiç hak etmemiş ama doğanın o eşsiz kanununa tüm merhametini sunan balıklar vardı. Yuvada tüm günü korkak bakışlarla bekleyen yavruları için hazırlanmış hediyelerdi her biri.
Martılar yuvalarına kanatlanırken o gün yaptıkları avın biraz yorgunluğunu hissederlerdi kanatlarında. Biraz da endişe düşerdi kursaklarına, yutkunamazlardı belki de. Sabah ayrıldıkları yuvalarından kaybolacak yavruları için demek hiç de yanlış olmazdı. Kendilerini de tüm kötülüklere hazırlıklı hissederlerdi manidar davranışlarıyla. Kaybolan yavruları için hiç kimsenin duymadığı birkaç acıklı ses çıkarırlardı. Ses yavaşça tüm kasabaya yayılır ve karanlıkta kaybolurdu. Bu duydukları endişenin boşa çıktığını gördüklerinde onlardan mutlu kimse olmazdı. Havada birbirleriyle şakalaşan tavırlar sergileyip yavaşça yuvalarına doğru inerlerdi. Yavrularını besledikten kısa süre sonra onlara kanat gerip uyumak için mutlu gözlerini bir an önce kapatırlardı.
Sabahın ışıkları saat dört beş dedi mi gökyüzünü sarar ve akşama dek havada asılı kalırdı. Martılar sabah erken kalkar biraz gagalarıyla kendilerini temizledikten sonra uykunun verdiği üşengeçlikle uyuşuk uyuşuk hareket ederlerdi. Yuvalarından havalanmak biraz zaman alırdı hele de yavrularına bakmaya doyamazsalar. Ama yinede ağır ağır kalkarlar ve yeni umutlara siftah ederek kanatlanırlardı.
Sabah onlar için yeni bir umuttu. Yolun karşısına geçtiklerinde kayaların üstüne inmek biraz zaman alırdı. Boğazın sahil şeridinden işlerine yetişmek için kendileriyle yarışan insanları yukarılardan izlerlerdi. Saatler geçerdi inemezlerdi korkudan. Kanatları yorulunca da ilerlerde betonların denize bir şerit gibi girmiş halde bulunan ve şeritlerin kenarlarına demirli birkaç balıkçı kayığının en üstündeki direklerine atarlardı kendilerini. Sabahın koşuşturması bitmesine yakın güneş belini doğrultmaya başlayarak saatler sekizi gösterirdi. Birkaçı kahvaltı bile edemezdi o saate kadar. Yine de kendilerini üzmemeye dikkat eder ve avlanmaya devem ederlerdi. Tabi bu durum her zaman tekrarlanmazdı.
Kayaların kenarlarında bazen bir bazen de birkaç kişi onlara sabah kahvaltısı sunarlardı. Martıları gören insanlar bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar da az sayıdaydı. Ama bu kadarı bile kendileri dâhil, martıları da mutlu edecek ve karınlarını doyurmaya yetecek seviyedeydi. Martıları gören ve umursayan bu insanlar kendilerini onlara şahsen değil de görünüş olarak tanıtmayı başarmışlardı.
Martılar ise onlara ekmek atan insanların ellerlindeki ekmek parçalarını her gördüklerinde olağan dışı haykırışlarıyla yukarılardan bağırmaya başlardı. Kim bilir beklide teşekkürlerini onlara bağırarak sunarlardı.
Bazılarını da tanımıyor değillerdi. Tanıdıkları birkaç kişi vardı. Onlar her gün olmasa da birkaç gün aralıkla oraya gelip martıları doyurmak için uğraş verirlerdi. Bazen biri gelirdi bazen de ikisi ama hiçbir zaman üçü aynı anda gelmezdi ve birbirlerini de hiç tanımazlardı. Farklı semtin farklı insanlarıydı onlar. Birinin adı Yavuz, diğeri Sera ve sonuncusu Kerim’di. Daha birkaç kişi vardı ama martılar onları ellerindeki ekmek parçalarından tanırdı. Ayda bir ya gelirler ya da şans eseri orada bulunurlardı.
En sadıkları Yavuz’du. Yavuz, kırklarında gözükse de yaşı, beş on sene daha vardı. Siyah gözlerinin özerindeki kalın kaşlarının arasında, birkaç beyazıyla doğu insanını andırıyordu. Şiş olan gözleri ve içine girmiş yanaklarını örten kirli sakalıyla da orta yaşlı bir insanın tüm özelliklerini taşımaktaydı. Üzerinde her zaman giydiği diz kapaklarına uzanan siyah kaputu, kaputundan bileklerine uzanan siyah kumaş pantolonu ve ayaklarına inildikçe biraz eski ve boyasız açık siyahımsı ayakkabıları bulunuyordu.
Genelde hafta içi her gün saat sekiz olmadan uğramaktaydı buraya. Bazen de hafta sonu gelirdi. Elinde sürekli bir poşet ve içinde de birkaç ekmek bulunurdu. Koltuk altına sıkıştırdığı taze mürekkep kokan biraz kalın ve az fotoğraflı gazetesini de unutmamak gerekiyordu. Öyle ki; bazı sabahlar, fırından aldığı daha dumanı üzerinde üç beş ekmeğinin bir tanesini martılara yedirmekten hiç de çekinmezdi.
Yavuz martıların yanına sadece onları beslemek için gelmezdi. Kimi zaman puslu gözleri, boğazı süzerken arkasında bıraktığı o kasvetli geçmişini düşünürdü. O kadar derinlere dalardı ki gözleri, boğazın bitiminde başlayan tepelerin arkasını da görürdü. Görürdü ve “ey! Ey gidi günler” diye devam ederdi soğuktan üşümüş buharlı nefesiyle. Kısa zamanı kelebekler gibiydi. Tek eksik renkleriydi. Renklerini de zaten ayaklarıyla yıprattığı yollarda bırakmıştı. Düşündüğü o kadar çok şey vardı ki bazen gençliğinde yitirdiği aşkıydı bazen de yitirdiği aşkından çıkarttığı geriye kalan gereksiz hayatıydı.
Serra’nın sarıya yakın kahverengi, omuzlarının altına düşen saçlarının ortasında küçük ve masum bir yüzü vardı. Yanakları, akan yaşlarını silmekten içeriye girmiş ve burnu da yanaklarından utanıp küçücük kalmıştı yüzünün ortasında. Güldüğünde yüzünde oluşan kırışıklıkları kasabanın uzun ve zorlu yolları gibi dururdu. Bu belirtilere son olarak yüzündeki ufak tefek benekleri eklenirdi. Üzerinde genelde kırmızı bir mont bulunurdu. Mont beline kadardı ve ayaklarına kadar koyu renk bir etek eşlik ederdi. Mavi, bileklerine kadar uzanan botları, uzun bir yoldan geldiğini gösterir cinsten çamurlarla kaplıydı.
Martılara yaklaşmadan birkaç dakika önce, işe gidenleri alan araçların geçtiği durağın yanındaki ufak el arabasıyla taze simit ve termosla sıcak çay satan bir köylüden iki simit alırdı. Simitlerini aldıktan sonra birini yol boyunca yemeye çalışır, diğerini ise martıların yanına geldiğinde kaba parçalara bölerek boğazın serin sularına fırlatırdı. Hiç beklemez, yoluna hızlanarak devam ederdi. Birkaç dakika sonra uzaklarda kaybolur giderdi. Bunu yineleyerek hafta içi her gün yapardı.
Kerim ise, dökülmeye yüz tutmuş dağınık saçlarının altındaki mavi gözleri ve seyrek sakallarıyla yüzünde otuzuna dayanmış bir ifade hâkimdi. Mimikleri gülmeyi unutmuşçasına hiç belirti göstermese de alnındaki uzun iki çizgisi zamanının nasıl geçirdiğini anlatmaya yetmekteydi. Üzerinde siyaha yakın dar kesimli bir mont vardı. Belinde birleşen kalın düğmelerinin yanı sıra sağ omzundan beline inen gri örgüsü biraz bayan montunu anımsatmaktaydı. Dizleri tozdan beyazlamış pantolonun paçaları eskimiş botlarından bulaşan kirli kahverengi çamurlardan bitap durumdaydı.
Martılar Kerim’i altı yedi gündür tanıyordu. Kerim, bu süre zarfında saat dokuz olunca gelirdi. Fırından aldığı bir somun ekmeği küçük parçalar halinde kayaların üzerine atardı. Kayaların üzerine atmasının sebebi martılara daha yakın durmaktı. Uzaktan izlemek yerine yakından izlemeyi tercih ederdi. Martılarda Kerim’in bir iki metre yanına kadar yaklaşırlardı. Böylece Kerim’i daha iyi tanıma şansı bulurlardı. Kerim hiç sıkılmadan saatlerce martıları izlerdi. İzler, izler ve hayallere dalar giderdi. Gün, öğlen olunca Serra’nın tersine yukarıya doğru ilerlemeye başlardı ve o da dakikalar sonra uzaklarda kaybolurdu.
…
Günün battığı her yerde sabahın tekrar olacağı gibi, o soğuk sonbahar günlerinden birinde yine sabah olmuştu. Gökyüzü uçakların arkalarında bıraktığı beyaz şeritlerle kesilmiş cam mavisini andıran parlaklığıyla duruyordu. Anlaşılan bugün diğer o soğuk günlerden farklı olacaktı. Uzaklarda sadece yol kenarında bulunan aralıklarla dizili birkaç ağacın kanatlarındaki çalı kuşlarının sesleri gökyüzünü tırmalıyor, yuvalarından kanatlanan martıların kalın sesleri de onlara eşlik ediyordu. Son olarak ta koşuşturan insanlar ve yoldan geçen birkaç araba bu seslerin akordunu düzenliyordu.
Saatler ilerlerken Yavuz uzaklardan yaklaşmaya başlamıştı. Üzerinde yine aynı kaputu elinde ekmeklerinin saklandığı poşeti ve koltuk altında gazetesiyle kayalıklara doğru yavaş yavaş yaklaşıyordu. Birkaç dakika sonra kayalıklara ulaştığında poşette bulunan ekmeklerden birini beline alıp diğer eliyle koparmaya başladı. Koparıyor boğaza doğru atmak için hazırlanıyordu. Martılar o an yavuza selamlarını sunarak kalın kaba sesleriyle şarkılar söylemekteydi.
Birden martılardan biri sustu, diğerleri de ona bakarak susmuştu. Şaşkınlardı. Yavuz’un geldiği istikametten Kerim’in elinde bir parça ekmekle geldiğini gördüler. Önce susan martı görmüştü, sonra diğerleri. Şaşkınlıklarının sebebi kerimin erken gelmesi ve ilk defa aynı anda Yavuz’la beraber gelmesiydi. Serra da bugün gelecekti ama o saate kadar gelmemişti. Nedenini bilmiyorlardı. Hafta içi sürekli geçerdi ama geçmedi. Kerim ise saat dokuzdan önce hiç gelmemişti. Kerim, kafası önde uzaklardan belirmese de cebindeki şişkinlik ve elindeki bir parça ekmekle kayalıklarda belirmişti birkaç dakika içinde. Ardından elini şişkin cebine soktu, koyu bir renkte ufak ve yuvarlağa benzer bir şişe çıkardı. Anlaşılan şişe onu rahatsız etmişti. Şişeyi eline aldı eğilerek ayakuçlarına bırakıverdi. Ayağa kalktı yavuza doğru yaklaşmak için şişeyi arkasında bırakarak bir iki adım ileriye doğru atıldı. “selam ağam” diyerek başını öne doğru itti. Yavuz, “selam çocuk” dedi ve gizemli gamzesini Kerim’e doğru sundu.
Kerim, elini uzatarak “ağam buralı mısın?” dedi.
Yavuz şaşırmış gözlerle elini uzattı “ileriki tepede bir köy var bilir misin orada otururum.” Dedi ve tokalaştılar.
Kerim, hafif gülmeye çalışarak “yok ağam bilmem ama doğrudur oradan geçerken bazen görürüm ağaçların arasında dumanları.”
Kerim oralara yabancı olduğunu dillendirmişti Yavuz’a. Yavuz pek de oralı olmamışçasına kafasını boğaza çevirerek “sen” dedi ve elinde kalan ekmekleri de martılara fırlattı.
Kerim, “ben birkaç gündür buradayım fenerde oturuyorum ağam bugün de son kez bi doyurayım dedim şu garipleri” diyerek elindeki ekmeği parçalara ayırdı.
Kerim, tekrar buraya yabancı olduğu söylemişti ve bir de gideceğini belirtmişti. Yavuz Kerim’in bir şeyler anlatmak istediğini anlamışçasına kafasını Kerim’e doğru çevirerek “daha yeni tanıştık çocuk nereye gidiyorsun bakalım” dedi.
Kerim, gözlerinin içine ışık tutarak “uzaklara ağam uzaklara” diyerek elindeki ekmek parçalarını kayalıkların üzerine doğru atıverdi. “neyse ağam onlara benim için iyi bak” diyerek arkasını döndü. Yere bıraktığı şişeye birkaç adım attıktan sonra uzanarak aldı ve ilerlemeye başladı.
Yavuz şaşırmış bir halde kerimin arkasından, “çocuk ne yaparsın, ne edersin” dedi etkili bir bağırışla. Kerim ayakları gideceği yolda kafası ve gözleri Yavuz’da “hiç ağam gelirken bir ekmek alırım bir şarap. Ekmeği kuşlara atarım, dönüşte bir ekmek daha alırım” diyerek kafasını ayaklarının yoluna çevirdi ve elleriyle arkasına doğru selam vererek uzaklaşmaya devam etti.
Gözlerinin kenarları ıslanmaya başlamıştı. Tekrar boğazda uçuşan martılara doğru baktı ve ilerlemeye devam etti.
Aklından eve gitmek geçiyordu. Bir süre yürüdükten sonra Serra’nın simit aldığı simitçiyi gördü ve yanındaki araçların durduğu durağı. Elinde duran şişeyi tekrar cebine koyarak simitçiye doğru yaklaştı.
“iki tane mutluluk birinde az sevgi olsun” dedi.
Simitçi şaşırmışçasına, “anlamadım çocuk ne istiyorsun.” Dedi.
Kerim gülerek “pardon ağam aklım gitmiş. Bu gün değişiklik yapayım da simit alayım dedim işte.”
Simitçi, “kaç tane” dedi.
Kerim, “iki tane Serra’nın aldığı gibi” diyerek gülümsedi.
Simitçi, “tanır mısın” dedi. Kerim şaşırdı. “Sera’yı mı evet neden”
Simitçi, “kıza üzüldüm duydum ki işinde çalışırken kaza geçirip ölmüş.”diyerek kerim için hazırladığı simitleri uzattı.
Kerim çok şaşkındı. Şaşkınlığını gizlerler gibi yapıp “üzüldüm” dedi ve içinden “belki karşılaşırız” diyerek simitçinin ona uzattığı simitleri alıp yoluna devam etti. Devam etti ve uzaklarda kayboldu.
O ana kadar Yavuz şaşkın bakışlarla Kerim’in ilerleyişini ve yolun kıvrımından kayboluşunu izledi. Birkaç saniye daha o istikamete baktı ve gözlerini burarak kafasını önüne doğru eğdi. Hüzün doğmuştu yanaklarına. Bir süre öylece kalakaldı. Kulağına martılar bağırınca anladı ki biri daha onları terk etmişti. Gözlerini martılara çevirerek dudaklarını geri çekti. “üzülmeyin” dedi. İçi biraz titredi.
“güneş batar, arkasından gün doğar, İnsan gider başka yamaçlardan yenisi akar.” diyerek kafasını öne doğru eğdi. Yavuzun peşinde martıları arkasında bırakarak evine doğru ilerlemeye başladı.
Martılar şaşkındı. Duydukları doğru muydu kerim gitmiş miydi? Onlar için bir rızk yok mu olmuştu? Belki yenisi gelecekti belki de gelmeyecekti bilemezlerdi. Pek umursamadılar ve onlar için boğazda yüzen ekmekleri yemeye devam ettiler.
…
Doğan her günün ardından güneşin başı dönüp inmek için akşamı kolluyordu. Martılar günün yorgunluğunu her geçen gün daha fazla hissetmekteydi. Yine her zaman yaptıkları gibi evlerine gidip, dinlenip tekrar yolun karşındaki kayaların olduğu yere doğru gitme hayalindeydiler. Bunu düşünmek mi yoksa yuvalarını sabah bıraktıkları gibi görememek mi onları düşündürüyordu bilinmez. Nasıl olsa diğer her şey daha önceki gibi olacaktı. Zaten bundan da kuşkuları da yoktu.
Ama olmadı. Akşam gittiklerinde yuvaları yerindeydi, yavruları da ama sabah öyle değildi. Yavuz gelmemişti. Sera’da yoktu. Boğaza onlar için atılmış ekmekte yoktu.
Gözleri bekler gibi olsa da saat dokuzu vurmuştu. Artık son umutları vardı o da kerimdi. Kerimde gelmezse kahvaltı edemeyeceklerdi.
Saat on olmuştu ve kerimde gelmedi. Hastane sessiz, eski yol ıssız ve boğaz sakindi. Sadece martılar kendi seslerini duyabiliyordu. Başka bir ses yoktu etraflarında balıklar da yoktu gemiler de. Anlaşılan evlerine bugün boş döneceklerdi. Yavruları hediyelerini soracaktı, onlarda gözlerini boğup kanatlarını örteceklerdi üzerlerine.
Derken uzaklardan siyah kaputuyla Yavuz göründü. Fırından aldığı ekmek uzakta da olsa elinde belirmekteydi. Elinde ekmek vardı ama koltuk altına sıkıştırdığı gazetesi yoktu. Ağır adımlarla martılara doğru yaklaşmaktaydı. Yaklaştı, yaklaştı ve ekmeği beline alarak diğer eliyle de parçalara bölmeye başladı. Önce ikiye böldü sonra birkaç parçaya daha bölerek,
“alın bakalım doyurun karnınızı” Dedi ve boğaza doğru tüm var gücüyle fırlatmaya başladı. Ardından gözlerini yukarıda uçuşan martılara çevirdi.
“son baharımın ilkbaharları hoşça kalın. Sizi başkaları da görsün diye dua edicem” diyerek kafasını öne doğru itti ve geldiği yönde devam etmek için hazırlanmaya başladı.
Daha saniyeler geçmemişti ki hastaneye doğru sirenlerini de arkasına takmış bir ambulans geliyordu. Ambulans o kadar hızlı geliyordu ki önüne ne çıksa ezecekmiş gibiydi. Etrafına birkaç siren daha atarak hastanenin kapısında sedyeyle bekleyen iki hademenin yanına doğru yanaştı. Hademeler hızlıca ambulansın arka kapısını açtı ve içeride sırt üstü yatan yaralıyı yanlarındaki sedyeye doğru aktarmaya başladılar. Derken yaralının yüzü gökyüzünü gördü. O an bir sessizlik hâkim oldu etrafa. Yolun karşısından martılardan biri o yüzü tanıdı ve onlara doğru haykırmaya başladı.
Hademeler ambulansta yatan yaralıyı yavaş ve dikkatlice sedyeye taşırken bağıran martılara diğerleri de eşlik etti. Martılar yaralıyı tanımıştı. Yaralı Kerim’di. Kerim hiç kımıldamıyor ve gözleri kapalı olarak sedyenin üzerinde sırtüstü uzanıyordu. O an ne yapacaklarını bilemez bir şekilde yukarılara daha yukarılara doğru fırladılar. Bağırmaya başlamaları o kadar çok ses çıkarmıştı ki ambulanstan çıkan kerimi izleyen dikkatli gözlerin onlara odaklanmalarını sağladılar.
Sedyede baygın olarak yatan kerimin üzerine biri kapaklandı. Kapaklanan beyaz gömleğiyle doktora benziyordu ve kalbinin üzerine doğru baskı yapıyordu. Kerim bu baskıya tepki vererek…
…
“Kalk oğlum” dedi anne martı “ışıklar çıktı sen hala uyuyorsun.”
Yavru martı, büyük bir titremeyle “nerdeyim ben” dedi.
“Yuvadasın nerede olu can yavrum” dedi anne martı.
“Anne! Anne çok kötü bi rüya gördüm. Galiba Kerim abi ölmüş, Serra ölmüş ve Yavuz ağa da gidiyormuş.” Dedi yavru martı.
Anne martı gagasıyla dürterek, “saçmalama daha dün ekmek verdiler ne zaman ölecekler. Sonra bize kim ekmek verecek bi onlar kaldı bizi gören” dedi.