Şimdi açık konuşmak gerek, her tasarımcı yönetmen koltuğuna oturduğu zaman Tom Ford‘un sahip olduğu o vizyona sahip olamıyor ne yazık ki…
Yönetmenliğini ve senaristliğini , Rodarte moda markasını yaratmış tasarımcılar Kate ve Laura Mulleavy kardeşlerin yaptığı ve hakkında konuşacağımız filmimizin konusuna gelirsek, annesinin ölümünden sonra yaşadığı acı ve keder ile dükkanında sattığı medikal marihuanaları içerek kendisini kaybeden bir karakter olan Theresa ile karşı karşıyayız. İçinde yaşadığı dünyanın gerçekliği ağır gelirken, uyuşturucunun etkisiyle girdiği rüya-sanrı aleminde kendini boş vermişliğin yokluğuna bırakmıştır. O alemden çıkıp kendine geldiği zamanlarda ise, ne yaptığını tam olarak hatırlayamamaktadır. Bu süreçte onun yanında olan insanlar da, kendisine dikkat etmesi gerektiğini sürekli olarak tekrarlamaktadırlar ama Theresa, yaşadığı depresyonun başkalarıyla birlikte kendisine olan etkilerini düşünmeksizin boşlukta kendini kaybetmeyi istemekte ve aynı zamanda o kaybedişten de korkmaktadır. Yine de kendini kontrol edememektedir.
Film, görsel olarak sizi de uyuşturucunun etkisindeymişsiniz gibi bir kafaya sokmaya çalışırken açıkçası çok yorucu oluyor. Ne anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışırken görsel imgeler içinde kafanız daha da karışıyor. Evet, uyuşturucu etkisindeki bir psikoloji yansıtılmaya ve yaratılmaya çalışılmış ama gerçekten de manasız bir şekilde başarısız olunmuş. Gerek kullanılan lensler, gerek çekim kareleri olsun, aşırı çocuk işi olmuş maalesef.
Tumblr‘da, tamda ergenlerin deneysel takılmaya çalışan ağlamaklı postlarını süsleyebilecek kıvamda bir iş resmen.
Bana kalırsa, konu olarak bu değişik filmin, ne anlatmak istediğini filmin kendisinin bile anladığını sanmıyorum ama şundan eminim ki, Mulleavy kardeşlerin kesinlikle en iyi bildikleri iş olan, moda tasarımından hiç mi hiç şaşmamaları gerekmektedir…
Başrollerini, Kirsten Dunst, Game of Thrones (2011- ) ile tanınan Pilou Asbæk ve Green Room (2009)’dan Joe Cole paylaştığı filmin oyunculukları da konusu kadar bir garip ve gereksiz diyebilirim. Filmin konseptine uydurulmaya çalışılmış gibiler. Filmin ne kadar kafası hoş ise, oyunculuklarda ona göre şekil almakta. Fazla sıkıcı ve saçmalar.
Lakin, bu amaçsız filmin bir güzel tarafı da bulunmakta hani. Başarılı müzisyen ve bestekar Peter Raeburn‘ün imzasını taşıyan etkileyici ve sıra dışı müzikleri filmi ayakta tutan tek güzel yanı. Zaten kendisinin, Blue Valentine (2010), Under The Skin (2013) ve Birth (2004) filmlerinin güzel müziklerinde azıcıkta olsa o hoş zihninin ve parmaklarının payı bulunmaktadır.
Film hakkında kısaca her şeyi toparlamamız gerekirse, Shane Carruth‘un gerçekten başarılı olan filmi Upstream Color(2013)‘a özenmeye çalışırken yolunu şaşırıp, bir Laura Marling videosuna, Sigur Rós‘un yaptığı bir müziğin çalındığı, amaçsızcasına kötü bir video klibe dönüşmüş resmen. Açıkçası, sadece etkileyici müzikleri için izlenmesi gerekebilir bana göre…
Herkese çokta iyi olmasa da,
İyi seyirler