Yaşadığımız yüzyıla hiç de uymayan bir başlık değil mi?
Tüketmek veya yok etmek üzere yazılmış bilim kurgu sinemasının senaryosundaki aktör ve aktristleri olarak yaşaya geldiğimiz 2000’li yılların bu ilk çeyreğinde, sistemin bütün verilerine zıt bir komut aslında. Yüzyıllar öncesinin tozlu raflarında kalmış, naftalinli, tedavülden kalkmış bir cümle gibi…
Arkadaşlığı sosyal medya hesaplarındaki takipçi sayısına bağlayan ve aldığı ‘like’ları alacak hesabına ekleyen bir zihniyetle yarışmak ne mümkün? Ne haddimize, elbette, kimseyi eleştirmek ya da töhmet altında bırakmak için yazılmıyor bu cümleler. Belki biraz sarsıcı bir etki ile insan olduğumuzu hatırlatmaya yarar diye, içimizdeki umut ateşine biraz daha odun atmak niyetiyle kaleme alındı o kadar. Gidişatttan duyulan endişeyle, kaybedilen değerlerin yerine yenileri gelmeden evvel, son nefesini veren ölümcül bir hasta gibi, bir çırpınış, bir veda sözü gibi görmeli bu cümleleri…
Neden mi?
İnsanın kendine yabancılaşması, bir tiyatro efekti değil de ondan. Bertolt Brecht yaşasaydı bu çağda, Epik Tiyatro’un hayatın her alanına girdiğini gözlemlemekten mutluluk duyar mıydı pek emin değilim doğrusu? Yalandan, riyadan kurulmuş sefilliğin adını sosyalleşmek zanneden, her duyduklarına inanan, her gördüklerini hakikat sanan çağdaşlarımıza, yaşadıkları anı canlı yayın yapan bir zamane kültürüyle (!) perişan olduklarını söylemek cesaretini yine o gösterirdi herhalde… O ince zekası ve naif duygulu ama bir tokat gibi yüze çarpan anlatımıyla…
‘Almak kodlamasını’ DNA larına yazdırmış bir kitleye, vermenin erdem olduğunu anlatabilsek bile, almadan vermenin hazzını damaklarında hissetmemişken daha, enayi damgasıyla gezmek yakışır herhalde bizim gibilere… Enayi demişken, alın terinin, emeğin, çabanın ve özverinin kitaplarda kalmış birer edebi kelime olduğunu düşünenlerin sayısı gittikçe artmakta, özellikle de bu son yıllarda.
Üretmeden tüketmenin lezzetine doyum olmuyor belli ki…
Karşılığını almadığı, maddi ya da manevi tatmini tatmadığı, meşhur olma egosunu avutamadığı hiçbir ilişkiye girmeyen bu kitle; övüldüğü ortamlara balıklama atladığı ve daldığı güruhla mangalda kül bırakmadığı için kendini mutluluk havuzunda zannediyor. “Truman Show’un” oyuncuları olduklarını bilmediklerinden, repliklerini ezberlemeye gerek de duymuyorlar. Mutlaka bir izleyici, bir takipçi vb. grubun gözlemine ihtiyaç duyuyorlar. Nasıl ki dördüncü duvar olmadan bir oyun sahnelenemezse- malum seyicisi olmayan oyun sadece bir metinden, testen ibarettir- onlar da kendilerini yakından izleyenlerle varlıklarını sürdürüyorlar. Aslında gerçeğin acısından kaçan bu insanların tek bir kusurları var; sadece cimriler…
Ceplerindeki akreplerle yaşayıp, sevgilerini, ilgilerini, bilgilerini, dahası kendilerini vermek adına, korkaklar. Kişiliklerini, kartvizitlerine sığdırdıklarından olsa gerek, ‘insan’ kartvizitli kimselerden hiç hoşlanmıyorlar. Hatta onları küçümseyip, ezik ve zavallı buluyorlar.
Çünkü insan kartvizitlilerin seyircisi yoktur. DNA kodlarındaki ‘vermek’ eylemi onları görünmez kılmıştır. Sevgileri göz bebeklerinde saklı olan bu kimselerin sesleri fısıltıyla çıkar, dokunuşları yumuşak, alınları çok açıktır. Sanki dünyanın bütün hazineleri kendilerininmiş gibi dağıtıp dururlar. Ama hiç boş durmazlar, dinlenmek, tatil yapmak bile yine üretmek için en uygun zamandır. Cömertliklerinin dile gelmesini istemezler, zaten hiç bir şeyin kendilerine ait olmadığını iyi bilirler. Çevrelerinde dolanan ve gönüllerini bağlayan insanlara karşı sorumluluk duyarlar, vermeye, daha çok vermeye devam ederler. Bilgilerini, azıklarını, sevgilerini en önemlisi zamanlarını ayırırlar. Muhabbetlerine doyum olmaz. Onların bulunduğu mekanlar huzur ve sukünet yuvalarıdır. Sürekli bir üretim vardır. Durmadan çalışırlar, durmadan çalışmak zevkiyle adeta cennet bahçesinde sefa tepesinde dolanırlar…
Cömertliğin suskun mütevaziliğinden çok uzakta , cimriliğin kimsesiz darplarında, tenha bir köşede harap kalmışlara son söz,
Mevlana’nın yedi öğüdü:
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol,
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol,
Hoşgörülükte deniz gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.