İnanıyor musun sahiden?
Neye diye sorduğunu duyar gibiyim
Gülüyorum sana hem de çok
Ağlıyorum bazen sana umutsuzca. Dedi bir gün biri. O sırada bir otobüs durağında, herhangi bir gün aralığında birçok insan gibi ceplerimizde hayal kırıklıkları ve yalnızlıklarımızla bekliyorduk otobüsü. Ellerim ceplerimde. Gözlerim; gözlerim bir çocuğun gözlerinde. Gözlerim, bir adamın telaşlı yüzünde. Kulaklarım; onlar bir vapur sesinde.
İnanıyor musun sahiden?
Gördüklerine inanıyor musun? Duyduklarına
Birine inanabiliyor musun?
Koşulsuzca, özgürce.
Tüm sesler duyulmaz olduğunda gözler buğulandığında konuştum. Oysa inanmak… Bizler inanmak için ince bir çizginin üzerinde gibiydik. Her an düşecek gibi ama dengeyi bir kurtuluş sayarak. İnsanlara inanmak, Tanrı ya inanmak, hayata inanmak, varlığıma ve varlığımıza inanmak. Neye inanırdık? Çocukken duyduklarımıza inanır gördüklerimizi anlamlandırmaya çalışırdık. Büyüdük, duyduklarımıza değil gördüklerimize inandık. Birçok erdemin yıkılmasına baktık. Baktık ve inandık. Sonra sisle gelen bulutlarla kaybolup griye boyandık. Kurtulmak için ne duyduysan hatırladığın inanmak istedik. İnanmak, umutsuzluğu umuda dönüştüren miydi? Bizler yekpare değil bir bütün içinde var olmalıydık. Hani gördüklerimizle inanıyorduk ya. Üzerimize yağdıkça bu kayboluş, bu sessizlik ve ellerimize düşüyorsa o yağmurun damlaları, hissediyorsan onları ılık rüzgarla birlikte. İşte ruhun! Var olmanın hafifliği. İnanmak… Önce ruhumuza inanmak… Benliğimizi harekete geçirip tüm var oluş serüvenlerimizi hissederek görmeye ve duymaya başlarız.
İnanıyor musun? Diyordun; İnanıyorum.
Ruhuma dokunuyorum.
Varlığımla, varlığınla, varlığımızla yüzleşiyorum.
Sadece vücutlar değil ruhlar geçiyor artık gözlerimizin önünden. Dedim.
Tüm varlığımla başımı kaldırdım duraktan. Gökyüzünde boşlukta gezinen maviyi gördüm. Gözlerimi yavaşça aşağı indirdim, Telaşla koşan ruhları gördüm. Bir çocuğun gözlerine baktım tüm varlığımla inanarak.