Hava kararmadan evine gitmek istedi. Hemen arabasındaki şişeleri düzeltti. Hızlı bir şekilde hareket ettirerek İstanbul’un dar sokaklarında ilerliyordu. “Bozacı” diye hiç durmadan bağıran adama doğru baktı. Karşı binanın en üst camından sallanan eli gördü. “Kaç tane beyim?” diye sordu her zamanki sorusunu. “2 tane getir ya da üç olsun. Sen en iyisi 4 yap onu.” Tutarsız tavırlarına aldırmadan bozaları alıp girdi binaya. Tarihi bir bina olmasından dolayı her tarafının yıkık olmasının dışında asansörde yoktu. Yavaş yavaş başladı çıkmaya en tepeye. “Çoğu gitti azı kaldı” diye diye vardı sekizinci katın basamağına. İyi de ter atmıştı bu yaşında. Hasta olursam diye düşündü bir an. Korktu.
Tak, tak… Tak, tak… Çok geç açıldı kapı. Yaşlı bir adamın buyur etmesiyle yöneldi salona doğru. Masaya bıraktı bozaları. Kasketli, sakallı, göbekli… “Oturabilirsiniz genç adam” dedi bozacıya. Oturdular, bakıştılar. Bir süre sessizlik oldu. İlk boza şişesinden birkaç yudum aldıktan sonra nefeslendi. “ Ne için yaşıyorsun bu hayatta genç adam?” Bozacı şaşkın şaşkın bakmaya devam etti. Anlamadı soruyu belki de. Ne demekti ki ne için yaşıyorsun? İnsan ne için yaşardı? Gülümsemeye başladıktan sonra bir başka soru daha… “Neden yaşıyorsun?” bozacıdan yine ses yok. “Kimsin, kimlerdensin?” sorusundan sonra hareketlendi. Bunun cevabını bildiğinden memnun bir şekilde başladı konuşmaya. “Erzincanlıyım beyim. İstanbul’a geleli 10 yıl oldu. 10 yıldır boza satıyorum arabamla. Çok şükür, kazancımda gayet iyi.” Boza şişesini göbek hizasında tutan yaşlı adamın soruları bitmeyecekti belli ki. Bir yandan camdan dışarı süzerken devam ediyordu meselesine. “Çocuğun da var mı bari?” “İki tane kızım var. Dilruba ile Pakize koyduk isimlerini. İkiz oldukları için biraz zorlandık önce…” Bozacının lafını bitirmesine izin vermedi bu sefer. Ayağa kalkıp arkasını döndü ihtiyar. Bozadan bir yudum daha aldı. Giderek kararan havanın etkisiyle odanın içini kaplıyordu gece ışığı. Birkaç kez kalkmak istedi bozacı yerinden ama nafile. “İnsan aslında kendini yaratamadan ölüyor, biliyor musun bozacı? Yaşadığı toplumun içine sıkışarak geçiriyor ömrünü. Sormuyor kimseye hiçbir şey. Sadece istenileni yapmakla yetiniyor. Şundan eminim ki eğer toplumumuzda esnemek ayıp olsaydı herkes utanırdı bundan. Sen esner misin?” Dinliyor gibi görünmekten yorulmuştu bozacı. Gözlerini sıklıkla kapatıp açıyordu. “Pekâlâ, bende esnerim beyim.” Kısa cevabı şaşırtmıştı yaşlıyı. Umursamadan devam etti anlatacaklarına. “ sizler, onlar, dışardakiler, ben… Hepimiz hayatta kalmak için yaşıyoruz bozacı. Bu yüzden asla var olamayacağız. Kendimizi bulup ortaya çıkaramayacağız. Yapılanları tekrarlamaktan ileri gidemeyeceğiz. Niye biliyor musun?” Çok kısık bir sesle duyuldu bozacının “Niye?” sorusu. “Çünkü kendi yolumuzu yaratmak yerine aynı yolları kullanarak geçiriyoruz ömrümüzü. Özgürlüğümüzün farkında bile değiliz. Sahip olabileceklerimizi bilemiyoruz.” Sorular düşmeye başladı bozacının aklına. Yaşlı adamın söyledikleri garip şeyleri düşünmeye başladı. Nedenini bilmeden sorguladı kendini. Yaşlının dört şişe bozayı bitirmesi bile dikkatini çekmedi. Karanlığın çökmesine de hiç aldırış etmedi. Sormaya başladı bozacı kendisine. Hiçbir şey söylemeden çıktı evden. Duymuyordu insanları, görmüyordu taşları. Boza arabasını almak bile gelmemişti aklına. Yürüyordu sadece. Karanlığın içine doğru giriyordu tüm benliği ile. Kimsenin girmediği sokakları arıyordu içinde.