‘Beyoğlu baktı ki bir kuş havada.’ O kuş olmak isterdim, İstanbul’u yukarıdan da izleyebilmek için. Aslında İstanbul insanı biraz da kuşlara benzetiyor. Hiçbir yerde sabit değiliz, sürekli bir yerden bir yere uçuyoruz. Kaos… İstanbul denilince aklıma ilk gelenlerden. Genellikle 2-3 ayda bir giderim İstanbul’a, ayrı bir sevdam vardır. Her gidişimde de biraz değişmiş, biraz büyümüş olarak dönerim. Bu hareketli şehrin her bir mekanının ayrı ayrı yaşattıklarının yeri farklıdır benim için. Son gidişimde de öğrenebileceğim en değerli derslerden birini öğrendim; İstanbul’da kuşlar gibi uçup farklı karakterlere bürünürken, nereden geldiğimizi asla unutmamamız gerektiği.
Gülü seven dikenine katlanır, yani İstanbul’u seven, pahalı İstanbul’u sevmektedir, durum böyle olunca da doyasıya gezmek için para harcamaktan kaçınmamalıdır. Bir metropol olduğu için yemenin içmenin, gezmenini, alışverişin fiyatları da doğal olarak yüksek oluyor. Yani İstanbul’a gitmeden önce bir birikimle gitmek lazım. Bu sefer popüler mekanlar yerine, kendim mekan keşfedeyim dedim. Artık herkes bilir İstiklal Caddesi’nin o kırmızı tramvayını, Taksim meydanını, bunların hemen arkasına saklanmış Cihangir’dir gözümde asıl orijinal olan. Fiyatları da göz önünde bulundurarak, Cihangir’de yeni açılan mekanları denemek istedim, kahvaltı ve öğle yemeği için. Aklımda belli bir yer olmadan, arkadaşımla beraber attım kendimi Cihangir sokaklarına. Orası hakkında en çok hoşuma giden şey, Cihangir’in kedileri… Her an her yerden minik yaratıklar fırlıyor, kimi rengarenk kimi ise simsiyah, bembeyaz. Biraz da kediler yol gösterdi bana, onları seveyim derken peşlerine takıldım ve bir apartman girişinde güzel bir restoran buldum. En üst katında lezzetli ve doyurucu bir kahvaltı, tabii boğaz manzarası da eksik olmuyor. Eh tabii durum böyle olunca da, pamuk eller ceplere. Yani İstanbul iyi güzel hoş da, hazırlıksız gelen yandı vallahi. Öğrenci olduğumuzu unutmamak lazım, bir gün böyle zengin bir kahvaltı yaptıktan sonraki sabah, elit bir menü olan ‘simit ve çay’ ile doyurdum karnımı…
Pahalı ama güzel mekanlarının yanı sıra, herhalde hiçbir mekanda oturmasanız bile, sadece gezerek inanılmaz keyif alabileceğiniz bir şehir İstanbul. Tarih kokan sokakları ve bir oradan bir buradan kültürü ile hem dünyaya karışmış hem de kendini koruyabilmiş. Beyoğlu sokaklarında gezerken Avrupa mimarisinin en net örnekleri çıkıyor karşıma. Mimarlık öğrencisi olduğum için de ayrıca ilgimi çekiyor. Birden bire bir inşaat alanı çıkıyor karşıma, bahçede sıraya girmiş öğrenciler gibi dizilmiş binaların arasında koca bir boşluk… Hayret ediyorum ilk, bu görüntü çıplak kokuyor. Kimsesiz ve de yurtsuz. Kızıyorum biraz, tarihi binaların yıkımına başlandığı için. Görkemli İstanbul, görkemini tarihini yansıtan binalarından alıyor ve bunun korunması lazım, İstanbul da nereden geldiğini unutmasın diye. Şimdilik çoğu bina yerinde, keyfimiz ve tarih tamamen bozulmuyor ancak umarım gelecekte eskiyi yıkıp yerine yeni ve kimliksiz binaların inşaatı artmaz…
Son olarak, dertsiz, pervasız, eğlenceli bir yüzü var İstanbul’un. İnsan dertlerinden kaçıyor, anlık olarak unutuyoruz hayatın önümüze çıkardığı engelleri. Kim bu şehirde hareketli ve kaotik yaşam tarzına kaptırmamıştır ki kendini… Filmlere, dizilere bile konu olan ve herkesin adını duyduğu İstanbul’un meşhur gece hayatı. Diğer şehirlerden ayrı olarak, sahil kenarında ve denizin içinde, hem vapur hem de yarı yüzen binalar şeklinde olan mekanları orijinalliği ile insanları kendine çekiyor. Evet, buralarda eğlenip kafayı boşaltmak güzel. Ancak anladım ki dertlerimizi ne kadar bastırırsak bastıralım, onlar biraz müzikli eğlence ve ya birkaç kadeh ile gitmiyor ne yazık ki. Eski sevgiliyi unutmaya çalışmak, küs olduğumuz arkadaşlarımızdan kaçmak veya pişman olduğumuz hataları sanki yapmamışçasına yaşamaya çalışmak… Belki sıkıntılarından boğulanlar için İstanbul’un bu umursamaz yüzü bir çare ama geçici bir süreliğine. Problemlerimizi çözmeyi erteleyip kendimizi hızlı yaşama verince, sorunlar çözülmediği gibi bir süre sonra tonla büyüyerek karşımıza çıkıyor. İşte bu hayatın filmlerde gösterilmeyen kısımları. Buna kapılıp gitmemek lazım… Asıl yapmamız gereken belki de düşüncelerimizi alıp, sorunlarımıza çözüm ararken sahil kenarında bir banka oturmak ve deniz havasını içimize çekerek ‘huzur’u aramak. Eminim ki İstanbul isteyene eğlenceli yüzünü sunduğu gibi, huzurlu ve sakin yüzünü de sunacaktır. Yani demek istediğim; İstanbul’da yüzeysel eğlenceyi her zaman bulabileceğiniz ancak iç huzuru bu şehirde bulmak için, biraz aramanız gerektiğidir.
İstanbul’un insanları, boğazın martıları ile bir gözümde. Ekmek derdinde olup vapur kovalayanı da var, kafası nereye eserse oraya uçup, istediği kadar yükseleni de. İnsan, kendine yakışanı yapmalı ve kendini geliştirirken de nereden başladığını unutmamalı. Hepimiz bir kimlik arayışındayız ve bu şehir yeni tecrübeler arayışında olanlar için verimli bir şehir. Mekanları, sokakları ve hızlı hayatıyla bir çok şey katıyor insana. Tabii bu deneyimler bazen keyifli olduğu gibi bazen de insana ‘N’apıyorum ben’ dedirtiyor, her zaman pozitif olmuyor. Ancak iyi ya da kötü, büyütüyor insanı İstanbul, kendisi kadar kocaman yapıyor. Bir gerçek var ki, İstanbul; kuşlarıyla ve biz insanlarını kendine aşık ettirmesiyle güzel. İyi günde ve kötü günde, hem güzel hem de çirkin yüzüyle, içimde özel bir yeriyle denizin üstünde durmaya devam ediyor İstanbul.
“Her dakikasını ayrı hatırlarım
Erenköy’de geçen zamanın
Rüyama girer bir arada
İstanbul, bahar ve Türkan’ım.”
–Oktay Rıfat (Hatırlama)
Ayrıca İstanbul için yazılmış şiirler için bu makaleye bakabilirsiniz.
İstanbul her zaman başka güzel, Eski istanbul daha başka güzel… Veya bana öyle geliyor…