Umudum / Öykü

0
90
Umudum / Öykü

Küçük bir otel odası… Duvarda kaçıncı kopyası olduğu meçhul, ağlayan bir çocuğun portresi var. Uzun zamandır beni izliyor. Bazen onu öyle içselleştiriyorum ki halime acıdığını düşünüyorum. Netice de bir tablo ve bende dilediğine, dilediği anlamı yükleyen bir insanım, yani diğer insanlardan pek farkım yok. Yatağımın başucunda küçük bir komidinim var ve üzerinde de boş bir çerçevem, hayata başlarken ki gibi boş. Nasıl dolduracağımı düşünüyorum uzun zamandır… O boşluktan kaç hayat geldi geçti? Kim bilir?

Çerçeveler, zamana hapsettiğimiz o eski anıların zindanı. Mutluyuzdur o karenin içinde ya da zoraki bir tebessüm asılı kalmıştır, ağzımızdan kulaklarımıza doğru uzanan yapmacık çizgiler. Bu yüzden pek sevmiyorum fotoğraf çektirmeyi…

Sonra o küçük pencerem var birde, onun hemen yanında pek rahatsız sandalyem. O küçücük pencerenin önünde oturup hayatı seyretmek istiyorum bazı bazı. Belki de hayatla aramdaki tek beklentisiz bağım olduğu için. Hesap vermeden, olmayacak suallere maruz kalmadan en doğal halleriyle insanları seyretmek, sokağı seyretmek, canlıları ve çaprazda iki bina arasında kalmış o küçük deniz manzaramı… Sırf bu manzara için odaya ekstra ücret bile ödüyorum. Oysa denizi pek sevmem, geceleri şehrin ışıkları altındaki hayat kadar anlamlı bulmadığımdan olsa gerek. Işıklar, her biri bir gizemi aydınlatır. Mum alevi; insanın içinde saklı aşkı sahneler, Sigaramın ucundaki alev, efkârıma eş aydınlanır mesela, ben dertlendikçe derin derin, daha da harlı alev alır tütün. Lambalar, sokaktaki için sıcak bir yuvayı aydınlatır. Evde sevdiklerimin yüzünü… Oysa içimde hep aydınlıktır onlar.

Şimdi bu şehir de tanımadığım insanların içinde iş yerim ve otel odam arasında mekik dokuyorum. Bu odaya ilkin zoraki sonradan bile isteye fazladan ücret ödüyorum. Geldiğimin ikinci günüydü sanırım, karşıdaki binada bir ses duydum. İşte o gün bu gündür o çocuk; halime ağlıyor, çerçevem; kim bilir kaçıncı kez kurduğum bir hayalde, o sesin sahibiyle mutluluğumu hapsediyor.

Mutluluk, her daim esaret altında, neden? Acılarımız kadar çok değil ve onlar gibi büyütemediğimizdendir belki. Her gün olduğu gibi bugün de pencerem açık. Mevsim kış hava buz gibi lakin ben de hastalığa dair tek bir emare bile yok.

O sesi duyalı yaklaşık üç hafta oldu. Düşler eskir mi? Tıpkı acılar ve mutluluk gibi onlar da eskiyor. Tek eskimeyen şey umudum. O billur sesi üç hafta büyütebiliyor insan içinde, bir yüzü, bir tebessümü bir ömre sığdırabilir öyleyse.

İşte yine geldik o durağa ve benim kendimle olan buluşmam her zaman olduğu gibi bir son buldu. Bu dar sokaklar, şu esnaf lokantası, hınca hınç dolu kafeler ve kafelerin eteklerine uzanmış kaldırımda bir adam, az ilerde bir çocuk el açmış bir şeyler bekliyor gelip geçenden. Her zaman böyle miydi? Bu kadar muhtaç var mıydı önceden ya da hepsi… Hayır! Hayır! Silmeliyim o düşünceyi… Ölmemeli vicdanım, uymamalıyım bu şehre. Ben bu toprağın çocuğuyum netice de… İnsan hangi ruh halinde olursa olsun yolda yürürken bile bin bir çeşit hale bürünebiliyor bu şehirde.

Ev yemekleri satan bir dükkân var otelin üç bina ilerisinde, neredeyse her akşam oraya gidiyorum. Giderken o kısa mesafede sokaktaki eski binaları seyrediyorum, onların o eşsiz güzelliğine dalıyorum. Yapıldığı yıllarda bazısına kuş yuvası bile konmuş. Acaba ev sahipleri kira alıyor mu onlardan… Aylık üç yumurta misalinden, netice de bu şehirde her şey para. Geçen gün bir işportacıdan duymuştum eğer ticaretten biraz anlıyorsan soluduğun havayı bile satabilirsin demişti.

Ah şu musakka, bak görüyor musun yine düştü aklıma o kadın. Annem! Bence anlatılan onca gurbetin adı o. Hadi onsuz bir örnek verin. Onun bildiği, tattığı, gördüğü, yaşadığı, dokunduğu ne varsa ilk benzetme unsuru değil midir ya da en güzeli. Şu boynumdaki siyah atkı, sıcacık yeleğim. Yediğim en güzel yemek bu önümdeki değil. Bir gözün nuru olmak, başını okşayan o şefkatli ellerde yoğrulmak değil mi özlediği gurbet kuşlarının.

Ağır ağır merdivenleri çıkıyorum. Bu daracık ve kıvrımlı merdivenlerde acaba nasıl yürürdük el ele diye hayal ediyorum bazen. Az değil üç kat tırmanıyoruz birlikte. Bazen de öyle düşler kuruyorum ki onunla, mekân hep bir muamma, yanında olmanın verdiği hazla kayboluyoruz akreple yelkovan arasında bir zamanın koynunda.

Saçları bazen simsiyah, yeniden doğuyor insan o saçlara dokunan ışığın ritmiyle, rüzgâra karşı süzülen kuşlar gibiyiz. Tüm dünyanın aksine inatla sarılıyoruz birbirimize. Kimi zamanda o saçlar sapsarı, güneş gibi, ilkin göğsümü saran bir yangın büyüyor içimde, kavruluyor bedenim, ruhum ama yine o buğulu sesiyle bir yaz günü kavrulan bedenimi yıldızlar gibi okşuyor, serin bir dokunuş oluyor sesi.

Ah sizler! Penceremin eteğinde salınan samanyolunun sakinleri… Bugün bütün varlığınızı saran en büyük dünya hangisi, hani o suretlerinize astıklarınızdan ötede olan, hani diğerlerinin bilmediği size açılan. Hani umudunuzun saklandığı köşe; o izbe, karanlık, bilinmez diyar nerede. İşte ben o seste o gözlere kavuştum. Bir dünya buldum aydınlık, umut dolu.

Onca zaman sonra, bugün duyabilecek miyim onu diyerek oturmuşum sandalyeme. Soruyorum:

Bugün ziyaret edecek mi hayallerini, bugün yine o dünyaya kabul edilecek misin? Ne zaman daimi mutluluğa erecek ruhun derken, karşı pencereden onun sesini duyuyorum. O! Güneşim, yıldızım eksikliğini hissettiğim ne varsa dünyamda omuzlarına yüklediğim varım. Huzura erip mutluluğuna ulaştığım anda bir çığlıkla dönüyorum bir başka dünyaya. Bağrışmalar, ağıza alınmayacak hakaretler yükseliyor karşı pencereden ve sonra bir silah sesi duyuluyor.

Öylece kalıyorum. Onun sesi çıkmıyor bir süre… Gözlerim doluyor… Korkuyla merdivenlere doğru ilerliyorum. O daracık merdivenleri uçar gibi bir hızla inerek karşı binaya koşuyorum, çevredekilere, polisi arayın, o sesin sahibini, bir dünyayı yıktılar diyerek bağırıyorum. Ve birkaç defa zili çaldıktan sonra ahşap kapıyı bir omuz darbesiyle kırıyorum. Hızla yukarıya çıkarken odanın önünde üç beş kişi görünüyor. Gitti diyorum içimden, gitti. Sonra o ses, o sesin sahibine ne olduğunu öğrenmek isteyenlerdir diyerek içeri giriyorum. Ne yaptınız ona, ne yaptın ona diyerek.

Ben gözyaşları içinde kıvranırken, insanların yüzlerinde anlam veremediğim bir tebessüm vardı.

Sonra o sesi duyuyorum. Bu şehirde yalnızlığımı paylaşan, düşlerimde büyüttüğüm o suretlerin sahibini.

  • Buyurun beyefendi ne oldu diyor.

Seni! Seni vurdular duydum.

O çocuğun gözyaşları…

Benim kalbim…

O küçücük çerçevem boş kalacak diye sana koştum…

 

PAYLAŞ
Önceki İçerikSon Durak / Şiir
Sonraki İçerikYanımda Kal
Ziya Keyif
Yazmaya ilkokulda başladım. Hocamın da devam etmem yönündeki telkinleriyle de sürdürdüm. Şiir, öykü, deneme ve şarkılar gibi yazının her alanına el attım. Tiyatro ve Şan eğitimi aldım. Radyo TV Yayıncılığını bitirdim. Marmara Üniversitesi Gazetecilik bölümünü bıraktım. Şuan ilk defa roman yazmayı deniyorum. Ayrıca yarım kalmış müzikalim ve bir kaç senaryo üzerinde çalışıyorum.