Tek Düze Yaşamdaki Umut

0
326
Tek Düze Yaşamdaki Umut

Yataktan kalktığı haliyle  duran  taranmamış,  kötü gözüken saçları, bakımsızlıktan çirkin değil ama öyle hissettiren yüzü, üstünden çıkarmadığı ucuzundan pijaması, iç sıkıntısı ve  keyifsiz haliyle  birbirine benzer tatsız günlerden birine daha başlamıştı, Birgül. Evin eski, yıpranmış, kumaşlı kısımlarının renkleri solmuş eşyaları arasında dolaştı; bıkkın, usangaç haliyle. Mutfağa gidip geldi. Kahvaltı yapmaya gönülsüzdü. Buna iş yapma isteksizliği eklendi.

“Çöpe atılması gereken sabahlardan birindeyim yine,” diye içinden geçirirken, üzeri toplanmamış, temizlenmemiş masaya da dokunmayıp yastıksız  kanepenin üstüne yığılırcasına attı kendini.

Uzandığı yerden vaktinin çoğunu geçirdiği odayı gözleriyle taradı. Boyama ihtiyacı duyulan duvarlar, yer yer üst kaplaması sökülmüş masa, yerde kirli gibi gözüken bir kilim;  iki kanatlı, tabandan epeyce yüksekte, içeriyi yeterince aydınlatamayan  pencereye asılmış tek parça, rengi solmuş perde  ve  boyundan yukarıya çakılmış, ancak sandalyeye çıkarak yetişebildiği  raf üzerinde duran eski radyoya baktı. Radyonun yanında paslı bir çiviye iple asılı, tahta çerçeveli siyah beyaz fotoğrafa gözü kayınca bakışları sabitlendi. Beş yıl önce bir iş kazasında beklenmedik bir ölümle kaybettiği babasının bu fotoğrafına ne zaman baksa, bir alev düşer içine, hüzün kaplardı ruhunu. Derin özlemle düşüncelere dalardı. Yine o anlardan birine yakalandı; her babasının fotoğrafına baktığında yaşadığı gibi…

Sevgisini, ilgisini hep üzerinde hissettiği babasının ani ölümü  derinden sarsmıştı. Yıkılan bir şeylerin altında kalmış gibi çaresiz, kızgın güneş altında gölgesizdi sanki; yakıcıydı. Baba yokluğunun oluşturduğu o boşluk dolmuyordu bir türlü. Toparlanması uzun zaman almış, okulu da bırakmıştı. Annesiyle olan arasındaki ilişki,  babasıyla olduğu gibi sıcak ve yakın değildi.

Dalgınlığından sıyrıldı, döndü gerçek dünyasına. Bu gerçek dünyada, yoksul evinin dört duvarı arasında geçen, aynı şeylerin yapılmasıyla bıktıran, sıkan, birbirinin benzeri günler vardı. Bu durumda farklı  anlar, güzel  yaşamlar, esaslı  ilişkiler, keyifli zamanlar  geçirmesi  zordu. Olmuyordu da zaten. Annesiyle yalnızlık yaşıyorlardı.                                                                                                                                          Gençlik heyecanı dağlar ardındaydı sanki. Bu heyecanı sağlayacak  günleri, işi, beraberlikleri yoktu. Belki bir gün bir şeyler olur umudunu yitirmiyordu; ama henüz olan bir şey de yoktu…

Bu düşünce aklındayken birden uzandığı yerden fırlayıp  ayağa kalktı. İşte birkaç gündür yaşadığı o umut ışığının çekim alanına girmişti yine. Odanın içinde kafese konulmuş aslan gibi hızlı hızlı bir ileri bir geri dolaşmaya başladı. Arada bir sağ elinin beş parmağını alnından itibaren tarak gibi saçlarına geçirip geriye atıyordu.                                                                              Pek nadir, annesinin izniyle çıktığı  gün, çarşıda bir tuhafiye dükkânında gördüğü o  genç satıcı adamı unutamamıştı. İçini delen o bakışını bir türlü hafızasından silemiyordu. İlgi ve sevgi yüklü karşılıklı bakışla süslenen o karşılaşma, bir fotoğraf karesi gibi zaman zaman  gözünün önüne gelir, o anı yeni yaşıyormuş gibi  heyecanlanırdı. Yine düşmüştü işte aklına.

Annesi evde yoktu. Epeyce bir süre de olmayacaktı.

İçinde kıvılcım çaktıran, gönlünde bir sevgi filizinin baş vermesini sağlayan;  tekdüze, solgun yaşamına renk katan  adamı  düşündü. Bu düşünce ılık bir  rüzgar estirdi içinde.

Elbise dolabına  yöneldi. Fazlaca elbise seçeneği olmadığı için, onu mu, bunu mu kararsızlığına düşmeden çabucak üstünü değiştirdi. Saçlarını biraz  ıslatıp taradı, yanaklarını hafif pembeleştirdi, dudaklarıyla birlikte… Ve bir bölümünün sırrı dökülmüş yarım boy aynanın önünden çabucak ayrıldı. Pembe pileli eteğinin üzerine giydiği beyaz gömleğiyle iyi görünüyordu, beğendi kendini.                                                                                                                                                                          

Gördüğünden beri  yüreğinde ılık akışlar yaşatan, bedeninde bir heyecan dalgası estiren, aklına geldikçe görme isteği duyumsatan o adamın çekimiyle çıktı evden. İçindeki kıvılcımı ateşe çevirme umudu vardı.  Coşku doluydu yüreği. Kim bilir, belki  konuşabilirlerdi de. Açılabilirdi. Neden olmasın…

Birkaç sokak ötedeki dükkâna doğru yönünü çevirdiğinde, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm seziliyordu. Bedenini saran  ılık havayı hissetti. Sabahki halinden eser yoktu. “Hayat yine de güzel be!” dedi kendi kendine içinden;  keyifle yürüdü…

Dükkânın bulunduğu sokağa girince yürüyüşünü yavaşlattı. Heyecan dalgası sardı benliğini. Elleri terledi. Tam dükkanın önüne gelip  kafasını çevirdiğinde, çok değerli bir şeyini kaybettiğini farketmiş  gibi sarsıldı, bir anda bedeni soğudu, çakılıp kaldı. Ne sokağın seslerini duyuyor, ne de gelip geçenlerin farkındaydı. Işıkları sönük, kapısı kapalı dükkanın vitrin camına yapıştırılmış bir kartona yazılı, “Devren  Kiralık” yazısına asılı kalmıştı  gözleri.

PAYLAŞ
Önceki İçerikİçimdeki Gökkuşağı
Sonraki İçerikDüğünle Düğüm Arası Düş
Varol Kara
1959’da Erzurum /Aşkale doğumlu, emekli öğretmen. İlkokulu köyünde, ortaokulu Aşkale’de, liseyi Ankara’da, üniversiteyi İstanbul’da bitirip öğretmenliğe başladı. Gençliğinden beri “kitaplar, bağlama ve türküler “ hep yol arkadaşı ve vazgeçilmezleri oldu. Uzun yıllar müzik çalışmaları, sahne programları yaptı. Yedi sekiz yıldır bu üçlüye yazma çalışmaları eklendi. Birkaç dergide öyküleri , Radikal (kapandı) ve Milliyet gazetelerinde “blogger” olarak deneme yazıları yayınlandı. Milliyet’te ara ara yazmayı sürdürmektedir. İki yıl PEN Türkiye Yazarlar Derneği “Yaratıcı Yazarlık Atölyesi” çalışmalarına katıldı. Bu çalışmalarda yazılan öyküler iki kitap halinde ( fanzin) basıldı. Bu kitaplarda kendisinin de dokuz öyküsü yer aldı. İstanbul’da yaşamaktadır.