Yataktan kalktığı haliyle duran taranmamış, kötü gözüken saçları, bakımsızlıktan çirkin değil ama öyle hissettiren yüzü, üstünden çıkarmadığı ucuzundan pijaması, iç sıkıntısı ve keyifsiz haliyle birbirine benzer tatsız günlerden birine daha başlamıştı, Birgül. Evin eski, yıpranmış, kumaşlı kısımlarının renkleri solmuş eşyaları arasında dolaştı; bıkkın, usangaç haliyle. Mutfağa gidip geldi. Kahvaltı yapmaya gönülsüzdü. Buna iş yapma isteksizliği eklendi.
“Çöpe atılması gereken sabahlardan birindeyim yine,” diye içinden geçirirken, üzeri toplanmamış, temizlenmemiş masaya da dokunmayıp yastıksız kanepenin üstüne yığılırcasına attı kendini.
Uzandığı yerden vaktinin çoğunu geçirdiği odayı gözleriyle taradı. Boyama ihtiyacı duyulan duvarlar, yer yer üst kaplaması sökülmüş masa, yerde kirli gibi gözüken bir kilim; iki kanatlı, tabandan epeyce yüksekte, içeriyi yeterince aydınlatamayan pencereye asılmış tek parça, rengi solmuş perde ve boyundan yukarıya çakılmış, ancak sandalyeye çıkarak yetişebildiği raf üzerinde duran eski radyoya baktı. Radyonun yanında paslı bir çiviye iple asılı, tahta çerçeveli siyah beyaz fotoğrafa gözü kayınca bakışları sabitlendi. Beş yıl önce bir iş kazasında beklenmedik bir ölümle kaybettiği babasının bu fotoğrafına ne zaman baksa, bir alev düşer içine, hüzün kaplardı ruhunu. Derin özlemle düşüncelere dalardı. Yine o anlardan birine yakalandı; her babasının fotoğrafına baktığında yaşadığı gibi…
Sevgisini, ilgisini hep üzerinde hissettiği babasının ani ölümü derinden sarsmıştı. Yıkılan bir şeylerin altında kalmış gibi çaresiz, kızgın güneş altında gölgesizdi sanki; yakıcıydı. Baba yokluğunun oluşturduğu o boşluk dolmuyordu bir türlü. Toparlanması uzun zaman almış, okulu da bırakmıştı. Annesiyle olan arasındaki ilişki, babasıyla olduğu gibi sıcak ve yakın değildi.
Dalgınlığından sıyrıldı, döndü gerçek dünyasına. Bu gerçek dünyada, yoksul evinin dört duvarı arasında geçen, aynı şeylerin yapılmasıyla bıktıran, sıkan, birbirinin benzeri günler vardı. Bu durumda farklı anlar, güzel yaşamlar, esaslı ilişkiler, keyifli zamanlar geçirmesi zordu. Olmuyordu da zaten. Annesiyle yalnızlık yaşıyorlardı. Gençlik heyecanı dağlar ardındaydı sanki. Bu heyecanı sağlayacak günleri, işi, beraberlikleri yoktu. Belki bir gün bir şeyler olur umudunu yitirmiyordu; ama henüz olan bir şey de yoktu…
Bu düşünce aklındayken birden uzandığı yerden fırlayıp ayağa kalktı. İşte birkaç gündür yaşadığı o umut ışığının çekim alanına girmişti yine. Odanın içinde kafese konulmuş aslan gibi hızlı hızlı bir ileri bir geri dolaşmaya başladı. Arada bir sağ elinin beş parmağını alnından itibaren tarak gibi saçlarına geçirip geriye atıyordu. Pek nadir, annesinin izniyle çıktığı gün, çarşıda bir tuhafiye dükkânında gördüğü o genç satıcı adamı unutamamıştı. İçini delen o bakışını bir türlü hafızasından silemiyordu. İlgi ve sevgi yüklü karşılıklı bakışla süslenen o karşılaşma, bir fotoğraf karesi gibi zaman zaman gözünün önüne gelir, o anı yeni yaşıyormuş gibi heyecanlanırdı. Yine düşmüştü işte aklına.
Annesi evde yoktu. Epeyce bir süre de olmayacaktı.
İçinde kıvılcım çaktıran, gönlünde bir sevgi filizinin baş vermesini sağlayan; tekdüze, solgun yaşamına renk katan adamı düşündü. Bu düşünce ılık bir rüzgar estirdi içinde.
Elbise dolabına yöneldi. Fazlaca elbise seçeneği olmadığı için, onu mu, bunu mu kararsızlığına düşmeden çabucak üstünü değiştirdi. Saçlarını biraz ıslatıp taradı, yanaklarını hafif pembeleştirdi, dudaklarıyla birlikte… Ve bir bölümünün sırrı dökülmüş yarım boy aynanın önünden çabucak ayrıldı. Pembe pileli eteğinin üzerine giydiği beyaz gömleğiyle iyi görünüyordu, beğendi kendini.
Gördüğünden beri yüreğinde ılık akışlar yaşatan, bedeninde bir heyecan dalgası estiren, aklına geldikçe görme isteği duyumsatan o adamın çekimiyle çıktı evden. İçindeki kıvılcımı ateşe çevirme umudu vardı. Coşku doluydu yüreği. Kim bilir, belki konuşabilirlerdi de. Açılabilirdi. Neden olmasın…
Birkaç sokak ötedeki dükkâna doğru yönünü çevirdiğinde, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm seziliyordu. Bedenini saran ılık havayı hissetti. Sabahki halinden eser yoktu. “Hayat yine de güzel be!” dedi kendi kendine içinden; keyifle yürüdü…
Dükkânın bulunduğu sokağa girince yürüyüşünü yavaşlattı. Heyecan dalgası sardı benliğini. Elleri terledi. Tam dükkanın önüne gelip kafasını çevirdiğinde, çok değerli bir şeyini kaybettiğini farketmiş gibi sarsıldı, bir anda bedeni soğudu, çakılıp kaldı. Ne sokağın seslerini duyuyor, ne de gelip geçenlerin farkındaydı. Işıkları sönük, kapısı kapalı dükkanın vitrin camına yapıştırılmış bir kartona yazılı, “Devren Kiralık” yazısına asılı kalmıştı gözleri.