Efendim, öncelikle tasavvufta ‘İnsan’ kavramı nedir? Mesnevi’nin insana bakışı nasıldır?
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; Hz. Mevlânâ, gerek Mesnevi-i Şerif’inde gerekse diğer eserlerinde, ‘İnsan’ denen eşref-i mahlûkatı tüm hakikatiyle ifade ederek, insana dair tüm sırları herkesin anlayabileceği bir ölçüde ortaya koymuştur. Bu hususta birkaç örnek vermek isteriz: “Ve’t-Tîn sûresindeki; ‘Biz insanı en güzel şekilde yarattık.’ âyetini oku. Ey dost şunu iyi bil ki, en değerli inci candır.” “İnsan değer bakımında arştan bile üstündür. İnsan hayâle, düşünceye sığmayacak kadar büyüktür. Ben insanı kıyamete kadar anlatsam, gene de bitiremem. İnsanın gerçek değerini söylersem ben de yanarım bütün dünya da yanar.” “ ‘Âdem’e secde ediniz.’ diye ses gelip duruyor. Bir an için kendi hakikatinizi görün, siz insan değil misiniz? ” “Âdem’e baktığın zaman onun hakikatini gör, (onu) iblis gibi su ve topraktan ibaret görme. Başında; ‘Biz insanoğullarını şereflendirdik.’ tâcı var. Boynunda; ‘Biz sana Kevser ırmağını verdik.’ gerdanlığı asılı. Ey insan sana hizmet etmek bütün varlıklara, bütün mahlûkata farzdır. Akıl da, fikir de sana kul köle edilmiştir. İş böyle olduğu halde sen kendini neden böylesine ucuza satarsın?” “İnsan, sûreti, dış yüzü ve yaratılışı ile dünyanın çok küçük bir parçasıdır. Eti, kemiği ile diğer varlıklar gibidir. Fakat sıfat ve meziyet bakımından onu dünyanın aslı bil. Dünya, cihanın gizli hükümlerini ihtiva eden kitap gibidir, İnsan da o kitabın başyazısı. Ne dediğimi düşün de bu meseleyi iyi anla!”
Yine, Hz. Ali Efendimiz de, insanın hakikatini ve ondaki yüksek potansiyeli şu cümleyle ifade etmiştir: “Sen kendini küçük bir varlık zannediyorsun. Hâlbuki sende koca bir âlem gizlidir.” Bütün bu sözlerin temeli, Cenâb-ı Allah’ın, bir Hadis-i Kutsi’sinde; “Ben insanın sırrıyım, insan da Benim sırrım.” diye buyurmasına dayalıdır.
Hz. Mevlânâ’nın ve Hz. Ali Efendimiz’in de sözünü ettiği insandaki bu yücelik nedeniyle, son yüzyılımızın tasavvuf büyüklerinden İkbal; “Allah’ı inkâr edene hoca ‘kâfir’ der. Bana göre ise kendini, kendindeki İlâhî gücü inkâr eden ‘kâfirin de kâfiri’dir.” demiştir. Bütün mesele, kendimizi ve içimizdeki doğuştan var olan çok büyük İlâhî gücü tanımak ve onu harekete geçirmektir. Fakat bu İlâhî gücü harekete geçirmek, salt zahiri bilgilerle mümkün değildir. Bunun için, maddeyle mânâyı eşit seviyede takip etmek, ikisi arasında bir denge kurmak gerekir. İnsan’da, yaratılışındaki bu yücelikle birlikte, ikilik de vardır. Yani, kutsal ruh ile süfli arzuları ifade eden nefsin sürekli çekişme hali… Bundan dolayıdır ki, Hz. Mevlânâ bir rubaisinde; “Bazen melekler bizim iyiliğimizi, güzelliğimizi kıskanırken; bazen de şeytanlar bile bizim kötülüğümüzden korkup kaçar.” demiştir. Elbette beşeri gözle bakıldığında, herkes sureta insan… Onları birbirinden ayırmak için baş gözü değil, gönül gözümüzü açmak gerekiyor. Mesnevi-i Şerif’te; “Eğer insan şekli, sureti, görünüşü ile insan olabilseydi; Hz. Ahmed Efendimiz ile Ebu Cehil bir olur, aralarında hiçbir fark olmazdı. Görünüşte her ikisi de insandı. Cenâb-ı Allah, hayvanî ruhta kalanların kötü huylarını değiştirmesi, nefsi ile savaşarak içindeki insanî kişiliğini ön plana çıkarması için kişiye bir istidat, bir kâbiliyet vermiştir. Fakat insanın sürekli nefsâni istek ve arzularına uymasından dolayı, o kabiliyet ve istidâdı kaybolup gitmiştir.” diye buyrulmuştur.
Peki Efendim, ‘Melâmiilik’ kavramı nedir? Melâmi meşreplik gerekli midir? Bu kavramın, menkıbelerdeki yeri nedir?
Efendim, bir şeyin mânevî olarak mutlak gerekli olması için, o işin Kur’ân-ı Kerim’de ve Peygamber Efendimizin sünnetinde bir yerinin olması gerekir. Melamet, Arapça LVM kökünden türemiştir. ‘Melâmet’ veya ‘melâmetiye’; ‘zemmetmek, kötülemek, azarlamak, serzenişte bulunmak, takbîh etmek’ mânâlarına gelmektedir. ‘Takbîh’, ‘çirkin görme, beğenmeme’ demektir. Yani kendi nefsini çirkin görme, beğenmeme. Tasavvufi olarak yaygın tarifi ise şöyledir: ‘Yaptığı iyilikleri (gösteriş olur endişesiyle) gizlemek, yaptığı kötülükleri ve işlediği günahları (nefsiyle mücahede etmek için) açığa vurmaktır.’ Kınayanın kınamasından korkmamak esası üzerinde kurulu olan Melâmetiye’nin kaynağı şu iki âyete dayandırılmaktadır: ‘Ey Müminler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah yakında öyle bir topluluk getirecek ki; O onları sever, onlar da O’nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetlidirler. Allah yolunda cihat ederler. Kınayanın kınamasından korkmazlar.’ (Mâide 5/54). ‘Kendini kınayan nefse yemin ederim.’ (Kıyamet 75/2). Yine, Kur’ân-ı Kerim’de aynı mânâyı ifade eden başka ayetler de bulunmaktadır.
Melâmetin temelinde; mânevî halini, iyilik ve güzelliğini dışarıya vurmamak; gösterişten, şan şöhretten, özellikle övülmekten kaçmak düşüncesi vardır. Onlar için övülme değil yerilme ön planda olup eleştiriye açıklardır. Zaten övülme ile yerilmeyi bir bilmeyenden, Allah dostu olmaz, olamaz! Bu konunun hakikatine dair yüzlerce örnek verilebilir. Ne yazık ki herkes övülme, takdir, teşekkür peşindedir. Tasavvufî yaşamda mânevî hallerin gizli kalması; gösterişe kaçmamak; hatta ibadet hayatını, mânevî yönünü hiç hissettirmemek; iyilikleri, ibadet ve taatı gizli yapmak; riyadan kaçıp ihlasa sarılmak temel esastır. Melametin en belirgin özelliklerinden biri de; bu hasletleri samimiyetle yaşamak için mânevî merasimlerde kullanılan destar, sikke, taç, hırka gibi tören giysilerine önem vermemek; onların sembolik tarafını putlaştırmak yerine, hakikatine, özüne, o destarın veya hırkanın sırr-ı hikmetine yönelmektir. O nedenle melamet, şekil ve suretsizliktir. Hz. Mevlânâ bir beytinde; “Sen şekil ve surette kaldığın müddetçe, ‘Allah şekilsiz, suretsiz’ demenin sana bir faydası yok.” der. Elbette bu sadece destar, hırka meselesi değil; her türlü şekilcilikten ve gösterişten kurtulma meselesidir. Günümüze kadar ulaşan bir menkıbe, bu konuyu daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Hacı Bayram Veli’nin meşhur müridi Ak Şemseddin ile Dede Ömer Sikkînî arasında meşrep farklılığı ortaya çıkar. Şekle dayanan zikir meclislerine ve kıyafete karşı olan Sikkînî Hazretleri, Akşemseddin’in yönettiği zikirlere katılmaz, kendisi gibi düşünenlerle mescidin bir kenarına çekilip sohbet eder. Bu durumu tasvip etmeyen Akşemseddin, onun da kendileri gibi davranmasını ister; aksi halde Bayramî tâcını ve hırkasını geri alacağını söyler. Şeyhlerin ikisi de Göynük’de yaşamaktadır. Menkıbeye göre Sikkînî taç ve hırkayı cuma günü teslim edeceğine dair haber gönderir. O gün dergâhın bahçesine odun yığdırır ve büyük bir ateş yakar. ‘Buyurun ateşe girelim. Keramet taç ve hırkada ise, biz yanarız onlar kalır; değilse onlar yanar biz kalırız.’ der. Alev alev yanan ateşe girer ve aşk ile semâ etmeye başlar. Hırka ve taç yanar kül olur, ama kendisine hiçbir şey olmaz. Bu olaydan sonra Bayramî melâmîleri taç ve hırkaya kesinlikle ilgi duymaz, bu tören kıyafetlerine değer vermezler. Çünkü aslolan ölümlü bedeni süsleyen destar, hırka değil; gönüldeki aşk u muhabbettir, ilimdir, irfandır. Allah’a gösterişsiz kul olmak, O’nun kullarına da gösterişsiz, samimi bir şekilde hizmet etmektir. Adına destar veya taç denilen tarikat giysilerinin hakikat âleminde hiçbir kadri kıymeti olmadığı için, Yunus Emre; “Dervişlik olaydı taç ile hırka/ Biz de alır idik otuza kırka.” derken, Cüneyd-i Bağdaki Hazretleri; “Eğer başa takılan sarığın, giyilen hırkanın mânevî olarak insana bir faydası olacağına inansam; bunları ateşten yapar, giyerdim.” demiş, Hacı Bektaş-ı Veli de; “Hararet nardadır, sacda değildir; keramet baştadır, taçta değildir.” diyerek aslolanın taç u hırka olmadığını açıkça beyan etmişlerdir. Hz. Mevlâna’nın da hiçbir eserinde, hiçbir beytinde taç u hırkaya değer verdiğini görmek kesinlikle mümkün değildir. Onun için önemli olan aşktır, irfandır, arif bir kişi olmaktır. Başa takılan destarın, giyilen hırkanın hiçbir değeri olmadığını şu beyitleriyle ifade eder: “Şekle surete takılmak, mânâyı arayanlara engel olur. Sen işin dış görünüşüne takılıp kalıyorsan, puta tapıyorsun demektir. İşin şekline suretine bağlanmayı bırak, özüne mânâsına bak.” “Destarıma, cübbeme, başıma bu üçüne birden kıymet biçtiler. Üçüne bir kuruştan daha az para verdiler. Sen dünyada benim adımı hiç duymadın mı? Ben bir hiçim ben bir hiçim! Hz. Mevlânâ, uyanık gönüllü insanlar için, ‘destar ve cübbe benim yanımda bir kuruştan daha değersizdir’ diyor; ama ne yazıktır ki, çoğu tarik ehli giydikleri mânevî tören elbiselerine öyle sıkı sıkıya bağlanıyorlar ki; bu onların gittikleri yolun hakikatine, aslına, özüne perde olurken birçoğunun mânevî hedefi de, bir an önce bir hırka, destar veya sarığa kavuşmak oluyor. Bazıları da Cenâb-ı Allah’a kulluk etmek, topluma faydalı, insana yakışır bir şekilde yaşamak için mutlaka kendilerinden şekil suret belgesi alınmasını şart koşacak kadar cehalet içinde yaşıyor. O nedenle; ‘İşin sırr-ı hakikatine eremeyenler; dini merasimleri, taç u hırkayı kendilerine din edinirler.’ denmiştir.
Sonuç itibariyle, Melamet, başkalarında ayıp kusur görmek yerine kendi kusurlarıyla ilgilenip kendini kınamak; destar, hırka, sarık gibi şeylere kıymet vermemek; bu gibi sembollere takılıp kalmak yerine bunların özüne, hakikatine yönelmek; gösterişsiz, şekilsiz, suretsiz bir şekilde Rabbine kul, Peygamberine ümmet olmaktır. İrfandan nasipsiz bir şekilde bayram çocuğu gibi taç u hırka ile süslenmenin kimseye faydası yok! İrfan sahibi insanların da taç u hırkaya ihtiyacı yok! Bu çerçeveden bakıldığı takdirde; ‘Melamet meşrep olmak gerekli midir, yoksa gereksiz midir?’ bunun cevabını bulmak çok daha kolay olacaktır.
Peki, namazın Mesnevi’deki karşılığı nedir?
‘Namaz, aslında niyazdır.’ Yani yokluktur, hiçliktir, yüce yaratıcıya muhtaçlıktır. O’nun kudret ve kuvveti önünde kendi acziyetini bilmek ve samimiyetle o kudret önünde baş kesmektir. Kur’ân’ı Kerim’de; ‘Allah’ın nimetlerini saymakla bitiremezsiniz.’ denir. Bu nimetlere yapılacak en önemli şükür de, namazdır.
Mesnevi-i Şerif’te çok önemli bazı ledünni sırlar, ‘Dekuki’nin Namazı’ isimli menkıbe ile dile getirilir. Burada özellikle namaz ve namazın hakikati üzerinde hassasiyetle durularak şöyle denir: “Ey imam, namaza başlarken ‘Allahu ekber’ demenin mânâsı şudur: Allah’ım biz senin huzurunda kurban olduk. Yani nefsimizi ve nefsani tüm istek ve arzularımızı senin huzurunda kurban ettik. Hani kurban keserken ‘Allahu ekber’ dersin. İşte yok edilmeye, öldürülmeye layık olan nefsini de Cenâb-ı Hakk önünde kurban ederken bu söz söylenir. O esnada beden İsmail, can ise Halil İbrahim gibidir. Can, bu bedenin heva ve hevesini kesmek için tekbir getirince; beden, şehvetlerden, hırstan kurtulur. Namazda ‘Bismillahirrahim’ demekle kurban olur gider. Namaz kılanlar kıyamette olduğu gibi Allah’ın huzurunda saflar halinde dururlar; sorguya, hesap vermeye, yalvarmaya koyulurlar. Namazda gözyaşı içinde ayakta kıyamda durmak, kıyamet günü dirilerek kabirlerinden kalkıp mahşer yerinde Allah’ın huzurunda durmaya benzer. Cenâb-ı Hakk, sana ‘dünyada verdiğim bunca ömür içinde ne yaptın, huzuruma ne ile geldin?’ diye sual edecek! ‘Sana verdiğim rızkı, gözünü kulağını iradeni nerelerde kullandın, Arş’a ait olanları satıp bu dünyada neyi satın aldın? Sana kazma gibi el, ayak verdim. Bunları sana ben bağışladım. Onlar ile dünya da ne yaptın?’ gibi buna benzer yüzbinlerce şeyden hesap soracak. Kula kıyamda iken sorulan bu sorulardan kul çok utanır, verecek cevabı yoktur. Utancından iki büklüm olur, ayakta duracak gücü kalmaz ve rükûa varır. Bu utanç içinde ‘Sübhane rabbiye-l azim’ diyerek yüce Allah’ın noksan sıfatlardan beri olduğunu söyler. Kula tekrar sert bir ferman gelir, ‘başını kaldır da sana sorulan sorulara cevap ver!’ O günahkâr kul utana utana başını rükûdan kaldırır, fakat utancından fazla dayanamaz ve yüz üstü yere kapanır. Ona tekrar hitap gelir ‘secdeden başını kaldır ve dünyada yaptıklarına dair sana sorulan sorulara cevap ver!’ O bir kere daha secdeden başını kaldırır, ama dayanamaz utancından yılan gibi tekrar yüz üstü yere kapanır. Cenâb-ı Hakk tekrar ‘başını kaldır ve söyle, yaptıklarını kıldan kıla inceden inceye birer birer senden soracağım’ diye buyurur. Allah’ın bu heybetli hitabının ağırlığı yüzünden ka’deye varır, dizlerinin üzerine çöker. Cenâb-ı Hakk ise tekrar ‘söyle, anlat’ diye buyurur! ‘Sana nimet verdim, nasıl şükrettin?’ Sana nice sermaye vermiştim, onunla ne kar elde ettin bunları göster!’ Kulun yapacak hiçbir şeyi, söyleyecek hiçbir sözü yoktur. Utana utana başını sağ taraf çevirir; peygamberlere, ruhlara, meleklere selam verir. Onlara ‘ey mânâ padişahları, bana yardım edin’ diye yalvarır. Onlar ise, ‘çare ve yardım günü geçti, biz dünyada iken söylenecek her şeyi söyledik ve seni uyardık; sen ise kendi aklına uydun, istediğin gibi yaşadın, bizi ciddiye almadın, derdine çare dünyada olabilirdi. Sen zamansız öten horoz gibisin, sus’ derler. Kul çaresizlik ve utanç içinde başını sol tarafa akrabalarına çevirir, onlardan yardım ister. Onlar da ‘sus, biz kimiz ki sana yardım edelim, kendi günahımız bize yeter’ derler. Hiçbir yerden yardım bulamayan kulun gönlü yüz bin parça olur. Günahkâr kul, herkesten ümidini kesince iki elini açar ve Rabbine duaya başlar. Sen günde beş vakit kıldığın namazdaki bu işaretleri gör de kesin olarak bu işin böyle olduğunu bil, ona göre hareket et. Yem toplayan tavuk gibi secdeye başını koyup kaldırma!” Çok açık bir şekilde anlaşılıyor ki; namaz, sadece eğilip doğrulma veya bilinçsizce yapılan bir mânevî sorumluluk meselesi değil, İlâhî huzurdaki hesap gününü günde beş kere hatırlamadır. Kur’ân’ı Kerim’de ‘namaz seni her türlü kötülüklerden alıkor’ denilir. Kim ibadetlerinin karşılığı olarak nefsinin şerrinden halas oluyorsa, namaz da kılıyor demektir. Gerisi ancak hikâyedir.
Efendim, Nasuh tövbesinin ne olduğunu bizlere anlatır mısınız?
Nasuh tövbesi, Mesnevi-i Şerif’te Hz. Mevlânâ tarafından çok uzun bir hikâye ile en açık bir şekilde anlatılmıştır. Söz konusu olayda, Nasuh isimli bir kişinin yaşadıklarıyla alakalı olarak gönül yangını ve pişmanlık içinde yaptığı tövbeden bahsedilir. Her insan hata yapabilir. Bu gayet tabiidir. Asıl hata, hata yapmak değil, yaptığı yanlışta ısrarlı olmaktır! Aynı hatayı tekrar edip durmaktır. Yaptığı yanlışlardan ders almamaktır! Hz. Mevlânâ; geçmişe bakıp ders almayan insanları, tek gözlü şeytana benzetir. Yani durum bu kadar vahimdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim bizlere devamlı olarak geçmiş ümmetlerin hallerinden bahseder. Bu hikâyelerden asıl maksat ise; onların düştükleri hataları ve yanlışları görüp aynı hataya bizlerin de düşmemesidir. Sürekli aynı hatada ısrarlı olan kişiler, Kur’ân-ı Kerim’i ve Rabbini anlamıyor demektir. Tövbe etmek, dil ile ‘estağfirullah’ demek değil, sözünü ettiği ‘estağfirullah’ ın haline bürünmektir. Çoğu sufi günde yüzlerce kez ‘estağfirullah’ der; ama bunlar sadece seste, sözde kalır. Cenâb-ı Allah, laf istemez, hal ister. Tıpkı dünyada bile insanların söze değil, yapılan işe önem verdikleri gibi… Nasuh tövbesinin hakikati, özü; hata ve kusurlarımızı ciddiyetle idrak etmek, çok samimi bir pişmanlıkla kesinlikle aynı hataya düşmemektir! Hz. Mevlânâ bu meyanda şöyle der: “Eşek bile düştüğü çukura bir daha düşmez, sen eşekten aşağı mısın?
Mesnevi-i Şerif’te anlatılan ‘nahivci ve gemici’ hikâyesi dikkate alındığında; gramer kitabı mı, yüzme bilmek mi daha önemlidir? Yoksa her ikisi de mi? Yani, Mesnevi’de bilgi nasıl değerlendirilir?
Bu sorunun cevabını tam olarak anlatabilmek için, Mesnevi-i Şerif’te sözü edilen hikâyeden kısaca bahsetmek gerekir. Hikâyeye göre, bir nahiv -dilbilgisi- âlimi gemiye biner. Bu bilgisiyle mağrur bir şekilde, gemiciye; ‘Sen hiç hayatında nahiv okudun mu?’ diye sorar. Gemici ‘hayır’ deyince, nahivci ‘senin ömrünün yarısı boşa gitmiş, yazık’ der. Gemici bu sözden çok kırılır, üzülür; ama belli etmez, susar. Bir müddet sonra şiddetli bir rüzgâr çıkar, gemiyi bir girdaba sürükler. Gemi çalkantılar içindeyken, gemici yüksek bir sesle nahivciye seslenir: ‘Ey nahiv hocası, söyle bakalım sen yüzme bilir misin?’ Nahivci; ‘Ey hoş gemici, ben yüzme bilmem’ der. Gemici; ‘Ey nahivci’ der. ‘Senin bütün ömrün hiçe gitti, çünkü gemi bu girdapta batacaktır! Şunu iyi bil ki gemide mahvolmayı bilmek gerek, nahiv bilmek bir işe yaramaz. Ey bilgisiyle övünen kişi, şimdi sen de bilgisiz, cahil bir kişi durumuna düştün.’
Bu hikâyeden şunu anlamak gerekir: Dünya bir deniz, gemi insan-ı kâmil, kaptan ise o yüce insanın ilmi, irfanı, aşk u muhabbetidir. Bazı insanlar dünyevi veya şer’i ilimleriyle gurur ve benliğe kapılarak; gönül ehli Hakk âşıklarının ledünni, irfanî bilgilerini hiçe sayarlar. Asıl ilim, insana son nefesinde şefaat edecek olandır. O nedenle ‘gemi batıyor, bu durumda nahiv bilgisi değil, mahvolmayı bilmek gerek’ denmiştir. Yani ‘ölmezden evvel ölmeyi bilmek’ gerekiyor. Bunun en açık anlatımı Hz. Yunus tarafından söylenmiştir: ‘İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır? Okumaktan mânâ ne, kişi Hakk’ı bilmektir, çün okudun bilmedin, ha bu kuru emektir.’ İşin hakikati ve mânevî boyutu; okumaktan, bilmekten asıl maksat, insanın kendini dolayısıyla da Rabbini bilmesidir. Kendini dolayısıyla da Rabbini bilen kişi, her şeyi biliyor demektir. Bu ilimden mahrum olanlar ise, ne bilirlerse bilsinler, gemi batarken boğulmaya mahkûm olurlar. Anlaşıldığı üzere, gemiden maksat, insanın ölümlü vücududur. Şekli ibadetler, zahiri ilimler çeşitli işaretler gibidir; insanı ancak deniz kenarına kadar getirirler. Hâlbuki denize girenin ayak izi olmaz! Çünkü orası nişansızlık, şekilsizlik, suretsizliktir! Asıl gâye deniz kenarına gelmek değil de denizin dibine dalmak, oradan inci mercan çıkarmak ise; zahiri bilgilerin, şekil ve suretlerin ötesinde başka türlü bir ilimle hemhâl olmak gerekir. Bu hikâyenin sonucunda Hz. Mevlânâ şöyle der: “Ey aziz dost! Fıkhın fıkhını, nahvin nahvini ve sıfatın sıfatını ancak yoklukta, yok olmakta, izi nişanı olmayan bir dünyada bulabilirsin!”
Bilindiği üzere, tasavvufta hakiki aşk, Allah’a karşı duyulan aşktır. Peki, mecâzî aşktan İlâhî aşka geçişte yaşanan süreçler nelerdir ve İlâhî aşka nasıl ulaşılabilir?
Evet, asıl maksat yüce yaratıcıya olan aşktır; fakat o İlâhî aşka ulaşmak da, hemen öyle kolay değildir. İnsan ayan beyan görmediği, her haline hayran olmadığı bir şeye tutku ile bağlanıp derin bir aşk hissedemez. Hz. Mevlânâ aşkı tarif ederken şöyle der: “Aşk dileği, isteği, yapıp yapmama arzusunu, iradeyi terk etmektir.” Aşk irademizi tümüyle terk etmek ise; o halde böyle bir tutkuya sahip olmak için, mutlak bir tecelliye ihtiyaç vardır. Bizler yaratılmış olarak, yüce Rabbimizi ancak onun sıfatları ve çeşitli tecellileriyle ayan beyan görür, bilir ve hayran oluruz. Bu İlâhî tecelliler de en açık bir şekilde insandan zuhur eder. Yüce Rabbimizin Kur’ân-ı Kerim’de ‘kıssaların en güzeli’ dediği Yusuf ile Züleyha aşkında; Züleyha, önce Yusuf’a ölesiye âşık olur. Ayrılık derdiyle nice acı, ıstırap ve çile çektikten sonra aşk-ı İlâhîye kavuşur. Öyle ki o aşk acısı ile ıstıraplar içinde ölür; İlâhî vuslat zevki ile de tekrar dirilir, gençleşir, güzelleşir. Buna ‘ölmezden evvel ölme’ de diyebiliriz. Bu örnek, Kur’ânî bir örnek olup tüm insanlık âlemi için geçerlidir. İnsan birine ciddiyetle âşık olduğu zaman, sadece sevdiğine yoğunlaşır ve diğer dertler, arzu ve istekler sevgilinin aşkı yanında küçülür, bir hiç olur. Mecâzî aşktan İlâhî aşka geçişteki hikmet de burada sırlıdır. Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Cümle dertlerini tek bir dert yapanın diğer dertlerini, Allah lütfu ile giderir, onu başka dertlerinden kurtarır.” Yani aşk ateşi ile diğer dertler yanar, yakılır, yok olur. Sevgilinin güzelliği karşısında hiçbir şeyin önemi kalmaz. Tüm sevgilerin özünde Rabbani bir aşk vardır. Bilen bilir, bilmeyen de fani bir kulu sevdiğini sanır. Hz. Mevlânâ Mesnevi-i Şerif’te; ‘Aşk ister nefsani olsun, ister ruhani olsun; sonunda bizi ötelere götürecek bir rehber ve kılavuzdur.’ der. Mecazi aşklar, gelip geçici zevkler, duygu ve düşünceler ile kirletilmez de temiz kalırsa, İlâhî aşka köprü olur. Bu köprüye ‘sırat köprüsü’ de diyebiliriz. Fakat adı ‘sırat köprüsü’ de olsa, ‘aşk’ da olsa sonuçta köprüdür; asıl hedef, karşı taraftaki sevgilidir. Züleyha’nın çektikleri, acı ve ıstırapları satır satır, âyet âyet anlatılmıştır. Elbette bir aşkta yok olmak kolay değildir; ama maşuk ile vuslat tecelli edince tüm acı ve ıstıraplar eşsiz bir zevk u safaya dönüşür. Bu, çok ciddi sabır ve mücadele gerektiren bir haldir. Hz. İbrahim’in ateşler içinde kalmasıdır. Fakat o ateş, bir tek söz ile güllük gülistanlık olmuştur. Eğer bizler de aynı samimiyetle “Hasbünallahü ve ni’mel vekîl” diyebilirsek, gönlümüze düşen bu ateş, Rabbani bir vuslat ile güllük gülistanlık olacaktır. Sürekli ifade ettiğimiz gibi, bu da bir sözü tekrar etmek değil, haline bürünmek meselesidir. Hz. İbrahim, sadakat ve teslimiyetin sembolüdür. Bu İlâhî teslimiyete de, söz ile kelam ile değil; ancak bu sözün hakikatinin ifade ettiği gerçek mânâ yaşanarak ulaşılır.
Peki Efendim, dağda bir derviş olmak mı, halk içinde Hakk ile beraber olmak mı daha değerlidir?
Peygamber Efendimiz; “İnsanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanan Müslüman, onlardan uzak durup ezâlarına katlanmayandan daha hayırlıdır.” ve “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” diye buyurmuştur. Ayrıca bildiğiniz gibi, İslamiyet’le birlikte ruhbanlık kaldırılmıştır. Bu da, dağda veya herhangi bir yerde tek başına yaşamaktansa, insanlar arasında bir derde derman olmanın çok daha hayırlı olduğunun işaretidir. O nedenle özellikle de tekâmül etmiş kâmil insanların, mutlaka halkın içinde olup onların tüm isyanına, eza ve cefasına katlanıp uyarıcı ve yol gösterici olması gerekir. Peygamber Efendimiz, bu ulvi görevi yerine getirirken çekmiş olduğu sıkıntıları şöyle dile getirir: “Ben nice katırlardan ne tekmeler yedim, ne tekmeler!” Şeyh Sadi de; “Tarikat; sufi elbisesi giymek, namaz, tespih, sofuluk değildir! Tarikat; insanlara hizmet etmek, onlara faydalı olmaktır.” derken, Feridüddîn-i Attâr Hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Hakk dostları ile bir an sohbet etmek, uzun müddet inzivâda yaşamaktan daha iyidir.” Sonuç itibariyle, tasavvufta esas olan; kesrette vahdeti yaşamak, halk içinde Hakk ile birlikte olmaktır. Çoklukta tekliği yaşayamayan bir insanın, gerçek mânâda tekâmül etmesi beklenemez. Çünkü ikilikten kurtulup tekliğe ulaşmanın en belirgin özelliği, halk içinde Hakk ile birlikte olmaktır. O nedenle ‘el işte, gönül yarda olmalı’ denmiştir!
Peki, İmam Gazali örneğinden hareketle, Mesnevi’nin bilgiye bakışını bizlere anlatabilir misiniz?
Peygamber varisi olan büyük veliler, her zaman ve her konuda çok derin düşünmüşlerdir. Olayların, seslerin, sözlerin, kelimelerin dış kabuğunda kalmamışlardır. Böyle olunca onların ilme, bilgiye bakışları da bir başka olmuştur. “Dilin okuması kıraat, kalbin okuması hayat” “Kur’ân’a gözünle bakarsan yazıyı görürsün, aklın ile bakarsan ilmi görürsün, kalbin ile bakarsan aşkı görürüsün, ruhun ile bakarsan Allah’ı görürsün” diyecek kadar açık ve net bir şekilde uyarıcı olmuşlardır. İslâmiyet’in özü, esası budur. Bu sözlerin temeli, Peygamber Efendimizin kutsi bir hadis-i şerifine dayanmaktadır. Hadis-i şerif şöyledir: “Kur’ân-ı Kerim’in bir zâhirî mânâsı var, bir bâtinî mânâsı var. Bâtınının da yedinci bâtınına kadar başka bir mânâsı var.” Hz. Mevlânâ, Mesnevi-i Şerif’te bu hadis-i şerifi çok geniş olarak açıklamıştır. Özetle arz edecek olursak; “Ey oğul sen sadece Kur’ân’ın görünen, bilinen zâhir mânâsına, dış yüzüne bakma. Şeytan da Hz. Âdem’in dış yüzüne baktı, onun çamurdan yaratılmış olduğunu gördü. Ondaki iç yüzü, hakikati göremedi. Kur’ân’ın dış yüzü tıpkı insana benzer. İnsanın dış görünüşü açıktadır, görünür, bilinir; ama ruhu gizlidir, görünmez.” Daha evvel de arz edildi. Hz. Mevlânâ; ‘Herhangi bir şeyin dış görünüşünde, şekil ve suretinde kalıyorsan, puta tapıyorsun demektir; dış görünüşe takılma, özüne, hakikatine yönel.’ diye buyurmuştu. Bu şekil, suret meselesi her şey için geçerlidir. Özellikle mânevî ilimlerin bâtinî yönü de mutlaka araştırılmalı, bilinmeli ve yaşanmalıdır. Bu durum abdest, namaz, oruç, hac, zekât dâhil her şey için geçerlidir. Herkes de kabul eder ki; abdest su ile temizlenme değil, namaz eğilme doğrulma değil, oruç aç kalma değil, zekât sadece mangırla olmaz, sarık başa sarılan birkaç metre bez değil… Tüm bunların bir hakikat boyutu var. Şekline bürünürken hakikat âleminde bir başka mânâsı olduğunu unutmamak gerekir. Mezara bizimle girecek olan o işin şekli, sureti değil; hakikati, özü, ruhudur. Ruhsuz, özden hakikatten kopuk yapılan her şey; şekilcilik, suretçilik dolayısıyla da putperestliktir. Fuzuli Hazretleri: “Gerçi suretperest taklit ile kendini âlim bilir/ Gerçekler âleminde biz onu cahil biliriz.” der. Hz. Mevlânâ, her Müslüman’a farz olan imanı, Mesnevi’de şöyle tarif eder: “İman, dikkatle bakmak ve mânâsını anlamaya çalışmaktır.” Demek oluyor ki; bir şeyin suretinde kalmamak, özüne hakikatine yönelmek imanın farzıdır. İslâmiyet’in ve tarikatların şekline, dış görünüşüne sıkı sıkı sarıldığımız kadar; özüne, ruhuna aynı ölçüde sıkı sıkı sarılmadığımız için yeryüzünde cahilliği temsil eder olduk. Muhammed ümmeti olmak cehalet midir; yoksa ilm-i irfan mıdır? Bizler gerçekten dinimize, peygamberimize yakışır bir ümmet olsaydık; yeryüzündeki halimiz bu kadar perişan olmazdı. Çoğu Müslüman, İslâm’ın dolayısıyla imanın bir hakikat boyutunun olduğunun farkında bile değil… Yetmiş bin kelime-i tevhidi çeken çok. Fakat adı üstünde tevhidin kelimesi! ‘Acaba bu tevhidin kelimesi değil de kendisi ne’ diyen, hakikatine yönelen kaç kişi var? Hâlbuki Peygamber Efendimiz; “İbadet, sadece tevhid etmekten ibarettir.” buyurmuştur. Bu denli önemli olan tevhid, sadece kelime ile olur mu?
Son olarak, hakiki bir yaşam koçu olarak nitelendirilebilecek Mesnevi eserini okuyanlara tavsiyeniz var mıdır? Ayrıca, Mesnevi okurken nelere dikkat edilmelidir?
Hz. Mevlânâ, kendi Mesnevisi için şöyle buyurmuştur: “Mesnevi, yüce Peygamberimizin incilerle, hakikatlerle, sırlarla, bilgilerle dolu mânâ denizinin bir adası gibidir. Irmak suyunu tamamiyle içmenin imkânı yok, yok ama susuzluğu giderecek kadar içmemenin de imkânı yok. Fakat sen Mesnevi’yi sadece okumak yahut yalnız dinlemekle istifâde edebileceğini mi sanıyorsun? Ondan feyz almak için; önce iman sahibi olmak, sonra onun ettiği tavsiyeleri tutmak ve Mesnevi’yi yaşamak gerekmektedir. Yahut yüksek hakikatler, İlâhî hikmetler, gizli sırlar kolayca kulağına girer, ağzına, aklına geliverir mi sanıyorsun? Bu hikmetleri, bu hakikatleri duysan bile bunlar sana masal gibi gelir, kabuk görünür. Tanelerin lezzetli içlerini göremez, hep dışında, kabukta kalırsın.” Açıkça anlaşıldığı üzere Mesnevi-i Şerif’ten faydalanmak için önce güçlü bir iman sahibi olmak, sonra okuduklarımızı veya dinlediklerimizi mutlaka hayata geçirmek ve yaşamak gerekiyor. Aksi takdirde, sıradan herhangi bir kitap gibi okuruz, geçer gideriz. Bazı insanlar, kelimelerin ve hikâyelerin özüne, sırrına vakıf olamadıkları için; böylesine çok ciddi bir mânevî eseri, kendi çirkin nefisleri, şeytani duygu ve düşünceleri ile eş değerde görmüşlerdir. İşte bu nedenle özellikle tasavvufi eserlerde kelimelerin ötesine geçmek, satırlara bağlanıp kalmamak gerekir.
Doksan dokuz yıllık hayırlı ve mübarek ömrünü Hz. Mevlânâ ve Mesnevi’ye adayan Mesnevihan Şefik Can Dedemiz de bu konuda şöyle buyurmuştu: “Mesnevi-i Şerif’i roman okur gibi okumayın, temiz bir düşünce ile ibadet ruhuyla okuyun. Sayfaları arka arkaya çevirip çok okumak yerine, az okuyun fakat çok tefekkür edin. Anladığınız bir yer olursa, onu hemen sizi ve o beyitleri anlayabilecek biriyle paylaşın, göreceksiniz o zaman daha çok zevkine varacaksınız. Eğer anlamadığınız bir yer olursa da, kendi kendinize yorumlar yapmayın. Okumaya devam edin, göreceksiniz birkaç sayfa veya birkaç gün sonra anlamadığınız o yer size açılacaktır!” Bütün mesele iman ve hüsn-i zan ile ibadet ruhuyla okumak, kelimelerin özellikle hikâyelerin şekline, suretine takılıp kalmadan mânâsını anlamaya çalışmaktır. Zaten iman da dikkatle bakmak ve mânâsını, özünü anlamaya çalışmak değil miydi?