Leyla , mutfaktan ‘’Kemaaal’’ diye bağırıyordu ben elimdeki ingilizce makaleyi okumak için can çekişirken. Gene ne çıkaracaktı acaba. Mutfaktan çıkıp yanıma geldi. ‘’Bırak artık şu ölülerle uğraşmayı’’ dedi bana. Halbuki benim işim buydu. Adli tıptaki bütün yenilikleri takip etmem lazımdı. Bu ülkenin artık gelişmiş insanlara ihtiyacı vardı ve ekmeğini yediğim , suyunu içtiğim bir ülkeye faydam dokunsun istiyordum.

  • Yarın Gülserenler pikniğe gideceklermiş , bizi de çağırdılar gidelim mi ?

Evet , bir de bu çıkmıştı. Tatil yapabildiğim ender pazarlardan birini de böylece yorularak geçirecektim. Aslında severdim Gülseren ve Necmi’yi. İyi insanlardı. Necmi bir sünepe de olsa bir kötülüğünü görmemiştim. ‘’Tamam gideriz canım’’ dedim içimden , arkasından da ‘’lanet karı, gene çıkardı bir şey.’’

Uzun bir tıp eğitiminden sonra kendi isteğimle seçtim Adli Tıp Uzmanlığını. Başka mantıklı seçenek mi vardı sanki ? Elbette yoktu. Diğer dalların hepsi insanla uğraşır , ama bizim bir farkımız var. Bana gelen insan konuşamaz , dertleri yoktur , tüm sorunlarından kurtulmuştur son nefesinde. Şimdi siz olsanız , dertli bir insanla mı uğraşmak isterdiniz yoksa hayatta hiçbir derdi olmayan insanla mı? Bende böyle düşünüp seçtim bu mesleği. Sonuçta bana hayvanca saldıramıyordu cesetler ve unutmayın ölüler asla öldüremezler.

Saatin 1’i geçtiğini görünce uyuyayım artık dedim. Hem ölüler benim için bu kadar uğraşmamışlardır hayatlarında. Yatağa gittiğimde karım çoktan yatmış, güzelim polisiye romanını okuyordu. ‘’Bırak şu çocuk kitaplarını da edebi eserler oku’’ dedim, sen ne anlarsın, dedi bana. Sonra dönüp ‘’biliyor musun kocacığım , üzüm üzüme baka baka kararır atasözü ne kadar da doğru!’’ Pis pis sırıtıyordu şimdi, kesin altından bir şeyler çıkacaktı.

Hayırdır karıcığım, dedim, üzüm mü çekti canın?

  • Yok bebeğim ne üzümü , birden atasözünü doğrulayan olaylar yaşadığımızı farkettim.
  • Kim ? Biz mi ? Nasıl olaylarmış onlar ?
  • Şimdi mesela sen sürekli ölülerlesin , ölülerle uğraşıyorsun değil mi ?
  • Evet
  • Peki , ölüler ne yapamaz ?
  • Ne saçma bir soru bu , hiçbir şey yapamaz.
  • Bende onu diyorum kocacığım , senin ufaklık aynı ölülerin ki gibi !

Belki de haklıydı , iki yıllık evliliğimizde bu kadar uzun süre geçmemişti son sevişmemizin üstünden. İşlerden aklıma bile gelmiyordu , beynim sürekli bir şeylerle meşgul olunca doğaya karşı sorumluluklarımı biraz aksattığım doğruydu. Ona doğru dönüp ‘’yarın evde olsaydık bir sürü vaktimiz olacaktı hayatım , ama şuan çok yorgunum.’’ Döndüm ve gözlerimi kapattım. Ama eşeğin aklına bir kere düşmüştü karpuz kabuğu.

Çok sevdiğim uykumdan sabah saat sekizde ayrılmak zorunda bırakıldım. Oysa ki sadece pazarları uyuyabiliyordum ve bu da zehir oluyordu genelde. Gecenin verdiği yorgunlukta cabasıydı. Leyla çoktan piknik çantamızı hazırlamış , hadi Kemal hadi Kemal diye başımın etini yiyordu. Kalktım üstüme rahat bir şeyler giydim , tam kapıdan çıkıyorduk ki yüzümü yıkamadığımı hatırlayıp bir koşu yıkayıp geldim. Gülserenler çoktan arabalarına binmiş bizi bekliyordu. Nereye gidiyoruz diye sordum Necmi’ye. Takip et dedi. Bir kez daha mecbur bırakılmıştım birilerinin beynine itaat etmeye.

Necmi mangalı yakmak için ilahi çabalar gösterirken bende Mert ile top oynuyordum. Bu çocuğu çok seviyordum neden bilmem. Sevdiğim kadar da onunla vakit geçirmek istiyordum. Çünkü babası gibi olmasını istemiyordum. Henüz 5 yaşındaydı ama babası gibi olmayacağı da belliydi. Gözlerinde , bakışlarında bir ışık vardı sanki. Konuşması da öyle yayvan yayvan değil net ve pürüzsüzdü. Geleceğini görür gibiydim şimdiden. ‘’Goooooool’’ diye bağırıp duruyorduk birlikte. İçimdeki çocuk ortaya çıkıyordu onunla. Sonra düşündüm , belki de Mert içimdeki çocuktu.

Topu bırakıp usulca bizim hanımların yanına yaklaştım. Geldiğimi anlamasınlar ki biraz dedikodularını duyayım istedim. Gülseren yine hararetle çekiştiriyordu birilerini. Tabii Leyla hanımda geri kalmıyordu ondan. Ben gelince sustular birden. Dedikoduya karşı taş gibi sert olduğumu bilirler de ondan. Ne geçiyordu ellerine anlamıyorum. Leyla , dedikodu yaptıklarını anladığımı anlayınca bana dönüp ‘’iyice ölülere benzedin sen , onlar gibi dedikodu da yapmıyorsun’’ dedi gülerek. Başımı başka yöne çevirip ‘’evet orospu çocuğu , tam bir ölüye benzedim.’’ dedim içimden.

Necmi etleri yarı çiğ , yarı pişmiş getirince Leyla bana ‘canım şunlar pek pişmemiş’ dedi. Benim umrumda değildi , az pişmiş et her zaman daha lezzetli gelirdi bana. Hatta işime bile geldi bu iş , aç kalmayacaktım. İlk posta etten sonra ufak rakımı açıp koydum ince bardağıma. Necmi’yi seyrederek içtim ilk dublemi. Et pişirirken verdiği uğraşı bilim için harcasa ışınlanmayı bulurdu kesin. Rakım bitince Leyla , koyayım hayatım , dedi. Uzattım bardağımı , bir türlü öğrenememişti şu işi. Çok büyük bir algoritma değildi istediğim;

1- Bardağın yarısına kadar rakı koy.

2- Su koymadan buz koy.

3- Dudak payı kalması şartıyla su doldur.

Ama bizimkinin aklı ya dedikodu da ya da abdest bozan işlerde olduğu için pek fazla zihinsel süreç harcamıyordu benim rakım için. Oysa ki daha önemli ne olabilirdi? Aklımı alıp düşünme sürecimi alt üst eden rakıdan başka. Düşünmek ne kadar da kötüdür bilirsiniz. Fakülteden arkadaşlarımın yaptığı bir araştırma gösterdi ki psikolojik hastalıkların fazla düşünmekle dışlanamaz bir ilişkisi var. Bunu anlamak için araştırma yapmalarına şaştım zaten. Bu çıkarımı yapmak pek zor olmasa gerek. Onları da anlıyorum , makale yayımlamaları lazım.

  • Aferim lan Necmi , doyurdun karnımızı.

Ben bunu söyledikten sonra bir böbürlenmesi vardı Necmi’nin , gören elli bin yıl önceki doğal hayatta tüm homo sapiens sapienslerin karnını doyurdu sanırdı. Leyla beni dürtüp ‘uğraşma adamla’ der gibi baktı bana. Benim ise umrumda değildi artık , bardağın sonunda kalan rakımı içiyordum ki , ayrılamadım bardaktan. Sanki içmiyordum sadece , sevişiyordum bardakla. ‘Aşkım’ dedim , ‘seviyorum seni’. Leyla ‘bende seni birtanem’ diyerek sarıldı bana. Tebrikler Leyla hanım , başardınız!

Dönüş yolunda Necmi’nin kımıl kımıl gidişine ayak uyduramayacağımı bilerek gazladım. Saat öğleden sonra beş olmuştu ve benim yarın asistanlarıma iş öğretmem lazımdı. Rakı da gerçekten güzel gelmişti , gökyüzü sanki pembeye boyanmıştı birden ve bütün kuşların rengi maviydi.

Eve vardığımızda Leyla pencereleri çekip klimayı açtı. Ben ‘hayırdır’ diyemeden bir çırpıda çıkardı üstündekileri. Dünya üzerinde hiçbir erkek yoktur ki Leyla’nın vücuduna hayran kalmasın. Çünkü o erkeklerin çoğu kültürel evrime ayak uyduramamış hayvan sürüsüdür. Evrim demişken , Leyla’nın bu hareketinin de evrimle çok ilgisi var. Ancak artık farkındalığımızın da farkındayız ve bu da evrimsel hareketleri çok samimiyetsiz yapıyor. İlk tanıştığımız aylarda Leyla’ya bebeklerin ve çocukların neden üstündekileri çıkarmak istediğinin evrimsel açıklamasını yapmıştım. O zamandan beri böyle evrimsel(!) hareketlerde bulunur.

Ben onu pek önemsemeden kanepeye uzanıp televizyonu açtım. Aslında radyoyu desem de doğru olur çünkü gözlerimi kapatıp sadece dinliyordum. Leyla da kadınsı kokularını saça saça geldi oturdu yandaki koltuğa. Birkaç kez seslendi , uyuyor sansın diye seslenmedim hiç. O da ümidini kesip sustu zaten. Aradan çok geçmeden kapı çaldı birden. ‘Haydi bakalım Leyla hanım’ dedim içimden , ‘şimdi boku yediniz.’

Leyla üstünü giyinip kapıyı açtıktan sonra kapıdan haykırmalar yükseldi birden. Kapıdaki Gülseren’in bir arkadaşıydı ve Gülserenlerin silahlı bir saldırıya uğradığını söylüyordu. Ne demekti silahlı saldırı ? Bizim sünepe Necmi’nin öyle işlerde ne bezi olabilirdi! Leyla eli ayağı titreyerek ‘ bir şey olmuş mu ‘ diye soruyordu , karşındakininse hiç cevap verecek hali yoktu. Yerimden bulanık kafayla kalkıp bizim üniversite hastanesine gittiklerini öğrenince hemen atladık arabaya.

Acil serviste öğrendiklerim çok büyük şeylerdi ama rakının etkisinden olmalı , bende çok büyük etkiler bırakmamıştı. Necmi ve Mert ölmüştü , Gülseren’in ise burnu bile kanamamıştı. Mert , o ışık saçan çocuk daha beş yaşında ölüp gitmişti. Bir süre Leyla ve Gülseren’in ağlayışları arasında boğulduktan sonra dışarı çıkıp bir sigara yaktım.

Hayat yavaş yavaş netleşiyordu ve durumu anlamaya çalışıyordum. Birlikte piknik yapmıştık ve biz önden dönmüştük. Onlarsa evlerine gidiyor olmalıydılar. Zaten eve dönüş yolunda uğramışlardı saldırıya. Biz eve varmıştık ve ben kanepeye uzanmıştım. Leyla da evrimsel(!) bir tören yapıyordu. Sonra kapı çalıyordu. Gülseren’i düşündüm o an , o güzelim kadın , kocasını ve çocuğunu kaybetmişti. Benim üzüntüm bu kadarsa dedim kendi kendime , Gülseren’in… En iyisi düşünmemekti. Zaten Murat bitti hemen yanımda.

  • Ne o Murat , pazar günü ne işin var hastanede.
  • Sekreteriniz aradı da , bir yakınınız ölmüş galiba.
  • Ondan geldim hocam.
  • Bırak bu ayakları bu kadar sevilen bir insan olmadığımı biliyorum.
  • Hocam şey , hani diğer tüm hocalar izinde…

Hay anasını sikeyim. O kadar atraksiyon yetmiyor gibi şimdi de Mert ile Necmi’nin otopsisine ben mi gireceğim ? Murat , ilk yıl asistanı daha , oturup tüm işi ona yıkayım desem bir boktan anlamaz. ‘’Git ayarla her şeyi , ifade verdikten sonra hemen bitirelim’’ dedim. Acil servisteki polise ifade verip otopsi için hazırlanmaya gittim.

Hep kasap derlerdi bana. Biraz aşağıladıklarını düşünürdüm ama gülüp geçerdim. Şuan ki durumumla çok büyük ilişkisi vardı kasaplığın. Kasaplar nasıl her gün görüp , besledikleri , belki muhabbet ettikleri hayvanları kesip üç dakika sonra ölülerini parçalıyorsa ben de bu akşam bunu yapacaktım. Mert’i başka hastaneye yollamalarını istedim. Ne kadar alışmışta olsam ölülerle haşır neşir olmaya , galiba ona dayanamazdım.

Kendime telkinler vererek psikolojimi bu berbat işe hazırlarken anabilim dalının kapısında takım elbiseli bir adam gördüm. Galiba ölülerin kesilip biçilmesini görmekten korkan çaylak bir savcıydı. Murat ‘hazır hocam’ diye mesaj atınca bende içeri geçtim. Anabilim dalının kapısındaki adamın savcı olmadığını da o an anladım. Elime tutuşturduğu kağıdı açmaya fırsatım olmadan çoktan tüymüştü oradan. İçeri girmeden açıp okudum kağıdı. ‘’Çaktırma , yoksa ailen ölür.’’ yazıyordu.

Filmlerin gerçeği ne kadar da yansıtmadığını düşünüyordum o anlarda. Tehdit edersin de ‘çaktırma’ nedir? İçim korku doluydu , içeri girdiğimde önce savcıyı gördüm. Şimdiden yüzü bembeyaz kesmişti. Savcıya nasıl ‘çaktırmayacağımı’ düşünmeme gerek yoktu artık. Zaten o da hemen beni bir köşeye çekip ‘hocam size güveniyorum , ben pek dayanamıyorum böyle şeylere…’ gibi bilindik cümleler kurduktan sonra ‘tamam savcım’ dedim , ‘siz odam da oturun.’

Murat’ın ve diğer çaylakların sorularını görmezden gelerek işimi yapmaya başladım. Her şey çok iyi planlanmıştı , galiba bende bir cinayet işleyecek buna yakın bir şeyler yapardım. Önce bir çeşit böcek öldürücülerle zehirlenmiş , kalp krizi geçirmiş ve ölmüş. Sonra da vücudu delik deşik olana kadar – tabii ki kalbine de – kurşun sıkılmış. Cesedi toplayıp raporu ateşli silahla yaralanma sonucu vs. gibi şeylerle doldurdum. Murat elindeki tüpleri gösteriyordu , ‘ hocam yarın mı yolları bunları patolojiye?’ Yok dedim , sen bırak ben incelerim. Herkes gittikten sonra tabii ki incelemedim onları , zaten biliyordum her şeyi.

Ertesi gün uyandığımda ‘eyvah’ dedim kendi kendime. Mert ne olmuştu! Necmi önce zehirlenerek öldüyse Mert’te aynı şekilde ölmüş olmalıydı. Benim raporumun sahte çıktığı çoktan belli olmuş olmalıydı. Ama hala polisler kapıya dayanmamıştı ve Leyla cenaze için hazırlanıyordu. Bende hazırlandım cenaze için ve evden çıktık.

Necmi ve Mert’i yan yana gömdüler. Gülseren perişan haldeydi. Benim aklımdaysa hala raporumun sahte olduğunu nasıl anlamadıkları vardı. Herkes gittikten sonra Leyla , Gülseren’e sarılmış ikisi de ağlıyordu. O an şok oldum ! Hemen yanlarındaysa bana o kağıdı veren adam yine aynı takım elbisesiyle duruyor , sigara içiyordu. Hemen yanlarına gittim ve Leyla’yı arabaya yolladım. Gülseren ve o adamla tek kalınca , o adamın dün verdiği kağıdı çıkarıp ‘ dün otopsiye girmeden bu adam verdi bu kağıdı , kim bu pezevenk!’ diye sordum Gülseren’e. Yavrusunu kaybetmiş hırçın bir aslan gibi ;

  • Bırak şu deli ayaklarını orospu çocuğu senin el yazın bu, Mert’i niye vurdun!
PAYLAŞ
Önceki İçerik“Ağaçların Sessizliği” Retrospektif Resim Sergisi
Sonraki İçerik“TRAP” Yeni Müzik Akımı Hızla Yayılıyor
Eren Kocakaplan
Memleketin verimli topraklarında, Adana’da yetişti. Doktorluk yolundaki yolunu 2016’da yarılamayı başardı. Hayatta algının gerçek olduğuna inanır. “Gerçek, her zaman gerçek değildir. Gerçek bazen gerçek olmayandır. Gerçek olmayanın gerçeğin ta kendisi olduğunu anladığımız zaman hayat daha keyifli bir hale bürünür. Gerçek olmayanın peşinden koşmanız dileğiyle...” artık Sanat Duvarı’nda.