Geriye bakmak, geriye dönmek, bir şehri terk etmek, ölsem unutamam derler ya benim hikayem de öyle. Oysa alışıyor insan; nasıl ki uykularımda ölümün korkunç yanı yok artık benim, öyle alışıyor. Belki ağlarken uyandığımda kapandığını hissettiğim ölümlü kucaklar var. Bir de böyle alışıyor.
Her saniye eriyip gidiyor ömrümden belki boşa… Sözcükler kifayetsiz kaldı artık benim gerçeklerimde, ama inatla yazıyorum seni sayfalara ve tabii hala. Zaman da sözcükler kadar kifayetsiz, ama inatla okuyorum seni kitaplarımda ve hala.
Gözlerimin baktığı yerler alabildiğine yeşil benim burada. Gözlerin yok ne gam? Gözlerimin baktığı yerler alabildiğine dalga, saçların yok ne gam? Belki bir şarkı yazsam onda gam, belki bir yudum tesadüf adında ve anıların taa içinde seni bulup çıkaranda.
Bir bakıyorum şimdi her anımda, bir bakıyorum hiçbir zamanımda… Oldun, sendin ama gerçekten biz miydik acaba?
Gözlerinin kıyısında kaybolurdum eskiden öper öper doyamazdım, artık bir tahta kurusu kabuğu kadar sert dudaklarım.
Zaman zaman küfür ediyorum kendime biliyor musun neden hala kalemimdesin? Ama bu bir hak ediş meselesi değil. Bu sadece benim yüzleşmelerimin arasına sıkışan sözcükler.
Ve en manidar olan ne biliyor musun? Bir zamanlar elimizden alacaklar diye uykusuz kaldığım, o çok kıymet verdiğim yaşanmışlıklarla dolu eşyalarım şimdi bir depoda ve zaten evin içinde yenmeye başlamışken tahta kuruları tarafından, o depoda hepsi bir bir tükenecek. İçimiz gibi, ikimiz gibi.
Ve tahta kuruları çoğalıp belki bir gün gelip bizi de göbekleri şişene kadar mideye indirecek . İşte biz o gün gerçekten bitmiş olacağız, belki bir toprak yığını altında, belki esen bir yelde küllerimiz, belki bir nehirde bedenimiz ama illa ki biteceğiz, eski günlerin öpüşleri gibi …