Dolmuş duraklarında kederlerimi palto ceplerime sıkıştırdığım bir şehirden geldim.
Sevinçleri yuttum da geldim, binlerce şehri yıktım da geldim.
Ufacık bir valizin içine tüm kalanları katlayarak, sınırları aşarak geldim.
Hüsran yüklü bir vagonun tek yolcusuydum, gözyaşlarımı soluma gömdüm de geldim.
Şakaklarından İSTANBUL dökülen bir adam sevdim, dudaklarından köprüleri aştım da geldim.
Beyazıt’ın yoğunluğunu omuzlarında taşıyan, her gülüşünde Taksim’in şatafatlı ışıklarını anımsatan, her dokunuşunda sessiz bir meltem estiren o adamı kaderime öre öre geldim. Mürekkebin son damlasına kadar yazdığım o şehri, kalbimin son atışına kadar yaşatacağım bir sevdaya geçtim de geldim. O mübarek şehre delicesine, Fatih Sultan Mehmet’in sadakatiyle bağlı iken, bu sevda için bir Hürrem Sultan tutkusu yaşıyorum. Sevdamın adını dudaklarına bensiz mıhlayanların karşısında Sultan Süleyman’ın gücüyle savaş açıyorum.
Ben o gözleri nemli, boynu bükük şehri bir adamın alnına düşmüş İSTANBUL kokan iki tel saçı için, acımadan son kez ardıma bakmadan bıraktım da geldim. Avuçları çilek kokan o adamı, ömrü kısa bir gelincik edasıyla sevdim. Ara sokakları kirlenmiş bir İSTANBUL’dan, dokunulmamış saf bir İSTANBUL için geçtim…