Sonsuzluğa Bir İmza

9
865
Sonsuzluğa Bir İmza

Sert bir Mart sabahı, Şubat henüz gitmemiş gibi… Yaşı kırklarda, elleri kırmızı paltosunun ceplerinde, aklı uzaklarda bilmediği bir yerlerde, yüreği eskilerde, çok eskilerde… Yürüyordu Firuze, Üsküdar sokaklarında…

Pazar sabahı sessizliği vardı Üsküdar’da ve çıtır bir simit aldı pastaneci Hayri’den.

-Firuze hanım çayımız da hazır, oturmaz mısınız?

Yılların değiştiremediği mizacındaki tebessüm, dudaklarının kenarında yine belirginleşti.

-Teşekkürler Hayri usta, biraz işlerim var.

Balıkçılar çarşısının yanından geçerken eski bir şeyler gelecek oldu aklına, üzerinde durmadı devam etti. Sonra postane, sonra Mevlevihane, sonra Genç Kebap, sonra iskele, sonra martılar, anılar, anılar… Eskimeyen bir şeylerin başkentiydi Üsküdar…

Yirmi yaşına günler kala gelmişti bu şehre, üniversite okumak için. Sonra da gidemedi. Sözde çocukluk hayaliydi gazeteci olacaktı, okulunu da okudu ama gelgelelim dördüncü sınıftayken tanıştığı bir yazar bütün hesaplarını değiştirdi Firuze’nin. Önce o yazarın internet sitesi sorumlusu oldu, sonra birkaç kitabının redaksiyon çalışmalarını yaptı, sonra bilinen bir yayınevinin editörü oluverdi. Kendisine sorsanız; ‘İyi ki de böyle oluverdi’ der sanırım, onca derde düşmüş olmasına rağmen. Çünkü Firuze, yaşanmış bir şeylerin sonrasında dile getirilen pişmanlığın, geçmişteki her ana ihanet olduğunu düşünen biriydi. Hatta kırmızı kaplı ajandasının ilk sayfa cümlesidir: Hüzünlü vakitlerde satmazsan geçmişini, dünya gelse ayağına kaybetmezsin kendini…

 Kaybetmedi de kendisini hiçbir zaman… Hem editörlük macerası sayesinde tanımıştı, yüreğine gül bahçeleri eken adamı.

Kız Kulesini hafif tepeden ama tam cepheden gören masasına oturdu kafenin… Pazar sabahları normalde kahvaltıcılar doldururdu bu mekânı ama henüz çok erken demek ki diye düşündü ve saatine bakmak ancak o zaman aklına geldi. Yaşlı bir çift dışında kimseler yoktu. Çayla beraber simidini yerken, garsonu çağırdı.

-Afedersin Ahmet, bir şey rica edebilir miyim?

-Buyurun Firuze hanım

-Ya henüz gençlik gelmemişken, burası dolmamışken şu pikaba bir plak koysan ne güzel olur.

-Ne istersiniz?

-Benim bıraktığım bir plak var, Belkıs Özener… Ne zamandır dinlemiyorum, sana zahmet Ahmetçiğim

Belki bana çok uzaktasın,

Belki de çok yakınsın

Şimdi dargınız seninle,

İnan sen herkesten başkasın

Kulakların çınlasın…

Şarkılar bir yandan derin bir ütopyayı mekâna getirdi, bir yandan gerçekleri yüzüne bin kez daha vurdu, bir yandan da zaten bozuk olan havasına nem kattı… Dışarıda çiseleyen yağmura, usul usul gözyaşları eşlik etti Firuze’nin…

Önünde yarım simit, soğumuş yarım çay… Gözlerini bir an bile ayırmadı Kız Kulesinden. Bir şarkı ışın hızıyla onu yıllar öncesine götürdü. Aklına gelen bütün hatıralar, film şeridi gibi bir çift gözün yaşam, aşk, sevgi, insanlık kokan bakışlarını geçirdi gözlerinin önünden. Dört kitabına editörlük yaparken, önce mısralarına, hikayelerindeki hayal gücüne, hümanist yaklaşımlarına, sosyal düşüncelerine, dünya daha iyi bir yer olsun diye verdiği gayrete ve sonra nihayet büsbütün kendisine aşık olduğu Cevahir… İki çocuğunun yakışıklı babası, yaşanmış son bin yılda herhangi bir zamana yakıştırılabilecek, geçmişi ve geleceği ama en önemlisi anı yaşamada, yaşatmada usta, bu eski zaman şarkılarını ona sevdiren, her zaman sevginin de, yemeğin de, plakların da doğal olması, hisse dokunması gerektiğini söyleyen ince yürekli adam Cevahir… Kızına anne sevgisini, oğluna bütün kadınlara iyi davranması gerektiğini vurgulayan… Bir gün, bir an olsun öfkesine yenik düşüp bencilce kırıp dökmeyen, yazdığı onca harika hikâyenin hayatın içinde var olduğunu, aslında kendisinin tekerleği icat etmediğini söyleyip duran, maharetli bir tevazu hazinesi…

Firuze mekânın dolup taştığını, gençlerin neşeyle birbirlerine bir şeyler anlatarak kahvaltı ettiklerini, plakların yerini zamane şarkılarının aldığını ancak garson Ahmet’in çayını tazelerken sormasıyla fark etti.

-Firuze hanım, çok özür dilerim ama sizi böyle üzgün gördüğüm için…

Firuze, Ahmet sözünü tamamlamadan araya girdi ve eline menü broşürünü alarak;

-Ahmetçiğim, bana şundan getirir misin bir dilim…

Hani bir filme kendimizi kaptırırız ve o anlarda kimseden ses çıkmasın, o büyü bozulmasın isteriz ya, işte o durumdaydı Firuze…

Birkaç dakika sonra, masasına gelen çikolatalı dilim pastanın üzerine yaktığı mumun kendi kendine eriyip bitesini izledi Firuze… Gözleri Kız Kulesinde, camdan süzülen yağmur damlalarına dokunmak istercesine parmaklarını camda gezdirdi. Ahmet hemen masanın yanında onu izliyordu. Firuze pastadan küçük bir parça alıp yedi ve gözyaşları yeniden usul usul akmaya başladı. Sonra kafasını sağa çevirdi ve peçeteyle gözyaşlarını silerken;

-Neyse ki bu sabah makyaj yapmamıştım Ahmetçiğim, yoksa şu an böyle bana bakamazdın korkundan

Ahmet gülse mi, gülmese mi bilemedi ama dudağının kenarında bir tebessüm belirdi. Firuze pastayı tam ortadan böldü ve Ahmet’e ikram etti.

-Beni ben yapan duyguları kalbime nakış nakış işleyen bakışların sahibi, eşimin doğum günü bugün… Bu kutlamaya lütfen eşlik et Ahmetçiğim…

Ahmet küçük bir tabağa pastayı aldı ve ayakta yedi. Sormak istedi ‘Eşiniz nerede, neden ağlıyorsunuz, neden tek başınıza kutluyorsunuz’ diye ama fark etti ki bir kadın bu kalabalığa, seslere rağmen etrafında dönen dünyayı duymadıysa yüreği uzaklarda bir yerdedir…

Vefatının ardından ikinci kez, yine tek başına kutlamıştı Cevahir’in doğum gününü… Ve sonra yürüdü sahilde, yüreğinde bir yerlerde sürekli taşıdığı hatıralarla, sadakat yemini ettiği sonsuz sevgisiyle, gök gürledikçe bulutlara eşlik eden gözyaşlarıyla beraber…

Elleri kırmızı paltosunun cebinde… Yürüdü Firuze, hecelerin üstadına özlemle…

Gençti bir zamanlar

Uçarıydı, biraz bencil, duygulara pek uzak

Aşka meşke de hiç inanmazdı.

Bir gün, gözlerine kusursuzluk suretinde heceler

Yüreğine ‘Bildiğin her şey yanlış’ diye haykıran bir sevgi yanaştı

O günden sonra

Çark etti kadın…

Sarıldı bu büyük sevgiye

Canla, başla, aşkla sarıldı

İstanbul cennet mekân,

Her soluk yeni bir heyecan…

Sonsuzluğa en güzelinden bir imza

Aşk meyvesi iki evlat

Kitap kokulu sabahlar, geceler ve gündüzler

Hayat kokulu bakışmalar…

Aşk var olmakla birlikte,

Varoluşun en kuvvetli ispatıymış işte

Fark etti kadın…

Sevgisine her koşulda sahip çıkan, yüreğini dünyaya açmış, bütün çocukları evladı bilen, dilinde ve hissinde şükürle yaşayıp, bakışları ile bütün güzellikleri, âlemi selamlayan bütün kadınlarımıza…

Dünya Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun…

PAYLAŞ
Önceki İçerikEş’ar-ı Dil-ara
Sonraki İçerikAteş Böceğinin İlkyazı
Mehmet Gökcük
Eğitimci-Yazar 1982 yılında İstanbul’da doğan Mehmet GÖKCÜK, ilk-ortaöğretim eğitimini Tekirdağ’da, üniversite eğitimini ise İstanbul’da görmüştür. Marmara Üniversitesi Beden Eğitimi Spor Yüksek Okulu mezunu olup, Beden Eğitimi Öğretmenliği ve spor eğitim merkezi yöneticiliği yapmaktadır. 2013 yılında yayımlanan ‘’Sevgi’li Aşk’’ ve 2016 yılında yayımlanan ‘’Sevgi’li Aşk: Eylül’’ isimli kitapların yazarı olmakla birlikte yazımına devam ettiği iki farklı proje (Roman ve Hikaye serisi) bulunmaktadır. Yazar, özellikle çocuklara sevgisini ifade edebilme peşine düşmüş ve bu niyetle beraber yoğun sosyal sorumluluk faaliyetleri sürdürmektedir. ‘’Adın kalır geriye, nasıl kalsın belirle Kaderini kendin çiz, haydi kendi elinle…’’

9 YORUMLAR

  1. Öncelikle çok teşekkür ederim.Kadınlar günümüzü erkenden kutladığınız,ve yaşanmış bir hikayeyle bütünleştirdiğiniz için.yine harika bir yazı olmuş.Emeğinize,yüreğinize,kaleminize sağlık olsun.😊

  2. Öncelikle çok teşekkür ederim.Kadınlar günümüzü erkenden kutladığınız,ve yaşanmış bir hikayeyle bütünleştirdiğiniz için.yine harika bir yazı olmuş.Emeğinize,yüreğinize,kaleminize sağlık olsun.😊