Sömürgecilik Üzerine

Sömürgecilik konusunda yapılagelen tartışmalar, kullanılmakta olan kavramlardan dolayı son derece karmaşık ve yanıltıcı olabilmekte. Zira sömürgecilik, insanlık tarihi içinde yaklaşık üç bin yıllık bir olgudur ve bu kadar uzun bir zaman dilimini kapsayan bu olgu hakkında herhangi bir kavramsallaştırma yapmak, kavramsal bilgiler ve olgular arasında denge kurmak epeyce güçtür. Tarih boyunca sömürgeciliğin tanımı, yöntem ve teknikleri, yol açtığı yıkımlar, ödettiği bedeller, çok farklı biçimlerde açığa çıkmış; bütününde bakıldığında tek bir sömürgecilik tanımı ya da yöntem ve tekniği hakkında herhangi bir bilimsel inceleme yapmak epeyce güçleşmiştir. Bilimsel incelemeler çünkü, özel bir kavramsal terminolojiyi içerir; sömürgecilik söz konusu olduğunda ise araştırmacının önüne dipsiz bucaksız bir inceleme alanı çıkmaktadır. Ayrıca sömürgecilik, bilimsel araştırmalarla incelenemeyecek çok sayıda travmatik olgu ve olayı da içinde barındırmaktadır. Bu tür olgu ve olaylar, bilimsel kavramsallaştırmalar içinde değerlendirilemez. Bu boşluğu doldurması gereken asıl çevreler, sömürgelerdeki gerçek aydınlardır; özellikle de edebiyatçılar.

Raimondo Luraghi "Sömürgecilik Tarihi"
Raimondo Luraghi “Sömürgecilik Tarihi”

Sömürgecilik

Raimondo Luraghi’ye (1921-2012) göre sömürgecilik, teknik gücünü askeri güce dönüştüren Batının bu yolla dünyanın geri kalan kısımlarını ekonomik ve siyasi tahakküm altına almasıyla başlamıştır. “Batı medeniyetiyle karşılaşma”, sömürgeler için “medeniyete katılma” değil, ekonomik ve siyasi tahakküm altına alınma anlamına gelir. Marksizm’e göre ise sömürgecilik, kapitalizm öncesi döneme özgüdür ve Batı Avrupa’da kapitalizmin kuruluşuna eşlik eder. Modern sömürgeciler, hedef ülkeden haraç mal ve zenginlik toplamaktan daha fazlasını yapar; bu ülkelerin ekonomilerini kendileriyle karmaşık birtakım ilişkiler içine sokarak kara ve üretim araçlarına el koyarlar. Kapitalizmin belirli bir aşamasında ortaya çıkan modern sömürgecilik, ekonomi kaynaklı bir gereksinimdir ve literatürde buna emperyalizm de denilmektedir. Kelime anlamına bakıldığında emperyal, Batı dillerinde “buyruk” ya da “üstün güç” anlamına gelir ve “imparatorlukla ilgili” olarak kullanılır; “despotik bir idare tarzı”na göndermede bulunur. Ancak, “post-kolonizm”deki post ekinin zamansal anlamda mı yoksa ideolojik anlamda mı bir “sonralık” bildirdiği tartışmalıdır. Kimi araştırmacılar, bu eki zamansal anlamda; kimileri ise ideolojik anlamda bir “sonralık” olarak okur.

Lenin " Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm"
Lenin ” Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm”

Sömürgeciliğin tarihsel serüvenine baktığımızda, sömürgecilerin bir kısmının hedef ülkeleri acımasızca yakıp yıkarken bu ülkelerin diliyle ve kültürüyle oynama yoluna gitmediğini, kendi kültürlerini onlara dayatmaya çalışmadığını görüyoruz. Başka bir kısım sömürgeciler ise hedef ülkeler üzerinde herhangi bir maddi yıkıma kalkışmamışken, onların diliyle ve kültürüyle oynayarak kendileri için yüksek menfaate dayalı maddi ve kültürel bağlar kurmuşlardır. Bu sömürgeler üzerinde siyasi egemenlikleri sona ermiş olsa da bu ilişkiler sayesinde bu tahakkümlerini korumayı bugün de başarmaktalar. Üstelik, “bağımsızlık”(!) düşüncesinde olan pek çok sömürge aydını için de bu bağlar, ciddi birtakım çelişkilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sömürgecilik aslında keşif, fetih ve ilhak politikaları üzerinden tanımlı ekonomik ve siyasi bir olgudur. Özellikle de on beşinci yüzyıldan sonra Batı Avrupa’da kapitalizm öncesi aşamada sermaye birikiminin sağlanmasında büyük rol oynamıştır; Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın doğal ve insani kaynaklarının sömürülmesi, Batı Avrupa’da kapitalizmi hazırlamıştır. Oxford English Dictionary’de ise sömürge (colony) kelimesi, “çiftlik ya da yerleşim birimi” anlamında kullanılmaktadır. Nitekim, başka topraklara yerleşseler de Roma yurttaşı sayılmaya devam eden Romalılara colonia denirdi; “sömürgeci” ise “anayurtla bağını koruyarak bir topluluk oluşturan belirli bir grup insan”dı. Romalılar, başlangıçta üç yüz yurttaşlık filolar halinde deniz sınırlarını korumaktaydı. Zamanla bu filolar, birer işgal gücü haline geldi ve kurdukları yeni yerleşim birimlerine koloni denilmeye başlandı. M. S. 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu, en geniş sınırlarına ulaşmıştı. Romalılarda sömürgeciler, anayurtta sahip oldukları yurttaşlık haklarına sömürgelerde de sahiptiler ve anayurtla bağlarını korudular. Yerli halk ise hiçbir zaman bu haklardan yararlanamadı.

Büyük Roma İmparatorluğu
Büyük Roma İmparatorluğu

Roma idaresi altında hangi topluluğa hangi hak ve özgürlüklerin tanınacağı, Romalılara olan “yakınlık” ve “gösterdikleri tutum”a göre belirlendi; iki yüzü aşkın sömürgeye sahip Romalılar, bazı sömürgelere kısmi muhtariyet tanıdıkları gibi, kendilerini korumakla görevli Latinlere de yurttaşlık haklarından kısmi olarak yararlanma hakkı verdiler. Ne var ki, Avrupa-merkezli bu sömürge tanımında yerli halka gönderme yapılmamakta ve bu yerleşim birimlerinin savaş ve çeşitli tahakküm yöntemleriyle ele geçirilmiş olduğu gerçeği dile getirilmemektedir. Üstelik, Batı dillerinde kullanılan sömürgeleştirme (colonization) kelimesi de yine, hiçbir olumsuz anlam ifade etmemekte; “yeni yerleşim birimlerinin açılması” anlamına gelmektedir. Keza, Romalılardan çok sonra da bu kelimeler, yakın ve benzer anlamlarda kullanılmış; Hıristiyanlığın kabul edilmesinden sonra ise “Hıristiyanlığı yeni topraklara götürmek”, “dinsizleri dine davet etmek”, “Tanrı’nın gelişini müjdelemek”, vb. anlamlarda kullanılmıştır ki, bu da dil-düşünme ilişkisi bağlamında Avrupalıların sömürgecilik konusunda kendilerini sorgulamalarını engellemiştir.

Hıristiyanlığın yayılması ile ilgili harita.
Hıristiyanlığın yayılması ile ilgili harita.

İmdi sömürgecilik kelimesi, bir taraftan yeni çiftlikler ve yerleşim birimlerinin kurulmasına göndermede bulunurken, bir taraftan da yerli halkların yaşam biçimleri ve kültürlerinin bozulmasını ve yok edilmesini anlatmaktadır. Köle ticaretleri, soykırımlar, nüfus ve isyan politikaları, vb. aslında sömürgeciliğin temel yöntem ve tekniklerini içerir. Sömürgecilikte hem anayurttaki, hem de sömürgelerdeki nüfus, sürekli olarak yer değiştirir; bu işten her defasında kazançlı çıkan taraf ise sömürgecilerdir. Anayurda gidenler “köle”, anayurttan gelenler ise “efendi”dir. Misyonerler, tüccarlar, denizciler ve askerler, anayurtlarında diğer yurttaşlarla her bakımdan eşittir; sömürgelerde ise bu kimselerin güçlü birtakım imtiyazları olur; hatta, bu imtiyazları korumak için gerektiğinde anayurda karşı isyana bile girişirler. Sömürgeciler hedef ülkenin tarihsel, kültürel, ekonomik ve toplumsal yapısıyla o kadar oynamıştır ki, sömürgelerde kurdukları yapılar, sömürge sonrası dönemde bile farklı isimler altında varlığını sürdürmeye devam etmiştir.

Gayatri Chakravorty Spivak "Madun Konuşabilir mi?"
Gayatri Chakravorty Spivak “Madun Konuşabilir mi?”

Bununla birlikte, bu ülkelerde sömürgeciliğin biçimsel de olsa sona ermesi, bir ve aynı biçimde olmamış ve üstelik, “bağımsızlık”(!) dönemlerinde de bu ülkelerde toplumsal ilişkiler, sömürgecilik dönemlerinden kalma izleri taşımıştır. Hem, post-kolonizmin ne zaman başladığı da ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü, seçilen ülkeye bağlı olarak tarihlerin çokluğu, ciddi görüş ayrılıklarına yol açmakta ve post-kolonist söyleme bütünsellik kazandırmayı engellemektedir. Ancak, bu dağınıklık içinde yine de “melezlik”, “parçalanmış kimlikler”, vb. olgular ön plana çıkartılarak “post-kolonist” özne kavramsallaştırmasına gidilebilmektedir ki, bu da post-kolonist söylemin zayıf halkasını oluşturmaktadır. Nitekim, Gayatri Chakravorty Spivak’a (1942) göre post-kolonist incelemelerde sömürgecilerin tarihlerinin sömürgecilik döneminden başlatılması, yitirilen köklerin nostaljik ve romantik kurgulara bırakılmasına ve post-kolonist incelemelerin gerçeklik zemininden uzaklaşmasına yol açmaktadır. Özellikle de edebiyat incelemelerinde post-kolonist söylem, bu gerçeklik zeminini iyice kaybetmekte ve sömürgeciliğe karşı meydan okumak yerine yerli kültürlere, yerliliğe methiyeler düzmeye yol açmaktadır.

Mahasweta Devi "Imaginary Maps"
Mahasweta Devi “Imaginary Maps”

Post-kolonist incelemelerde sıklıkla kullanılan “Doğu-Batı ekseni” de aslında, bu eksene ait olmayan sömürgelerde post-kolonist söylemi tanımlamada ciddi bir engeldir. Teorik olarak bakıldığında, sömürgecilerin “Batı” tarafından soğurulması ne kadar yanlışsa, sömürgelerin “Doğu” içinde sınıflandırılması da o kadar sorunludur. Bu bağlamda, Bangladeşli yazar Mahasweta Devi (1926-2016), kabile halklarının “bağımsızlık”(!) sonrası Hindistan’da nasıl tekrar sömürge haline getirildiklerini “Doğu-Batı ekseni”nin eleştirisi üzerinden inceler. Devi’ye göre sömürge sonrası dönemde, “Batı ekonomisinin izi” olan “milli kalkınma modeli”nde yerli halkın doğal kültürüne yer yoktur. Hükümet görevlileri bile, niyetleri iyi olsa da görüntüleriyle bile sömürgecilere tıpatıp benzer. Kabile halkları, “koruma altına alınacak birer zavallı” gibi düşünülmeye devam etmektedir ve buna karşı çıkanlar, “modern kent yaşamı”nın dışına itilerek ormanlarda yaşamaya terk edilir. Başka deyişle, bu model çerçevesinde “Batı yanlısı hükümetler”, kendi halklarına yabancılaşır ve hatta, onlardan korkar hale gelirler. Hükümet yetkilileri, belirli zaman dilimlerinde onlara yiyecek dağıtarak hem kendi vicdanlarını tatmin etmeye çalışır, hem de kendi halklarının herhangi bir üretim faaliyetine girişmelerini engeller. Zamanla erkekler güçsüz düşer, kadınlar ise kısırlığa mahkum edilir ve bu durum, giderek toplumsal bir öfkeye dönüşür. Devi’ye göre bu öfke, “Batı karşısında Doğunun direnişi” olarak değerlendirilemez. Çünkü, “Batı” karşısında yekpare bir Doğu olmadığı gibi, bu öfkenin esas kaynağı “Batılılar” değil, “Batı yanlısı hükümetler” ve onların güdümündeki “Batıcı aydınlar”dır.

Fenikeliler
Fenikeliler

Sömürgecilik tarihine baktığımızda, Antikçağ’da sömürgelerin birbirlerine bağlı bir “göçmen topluluğu” niteliğinde olduklarını görüyoruz. Bu topluluklar, anayurtla ilişkilerini koruyarak verimli toprak arayışında olan insan kitleleridir ve herhangi bir siyasi ya da askeri hedef ve amaçları yoktur. Verimli topraklarda yeni yerleşim birimleri kurmak için Yunanlılar, tarihte bilinen en eski sömürgeleri M. Ö. 8. yüzyılda kurmuşlardır. Bu sömürgeler, birer “cite” olarak görülmüyor ve yerli halka hiçbir zaman “citizen” gözüyle bakılmıyordu. Yunanlardan farklı olarak Fenikeliler ise tarihte ilk defa askeri ve stratejik hedefler doğrultusunda yurt edinme ve “ileri karakollar kurma” fikrini geliştirdiler. Fenikelilerin Doğu Akdeniz’deki hakimiyetlerinin devamı için kaçınılmaz görünen bu faaliyetleri, Mısırlılara da örnek teşkil etti. Eski Krallık döneminde Mısırlılar, Nübye topraklarını yine bu amaçlarla ele geçirmiş ve bölge üzerinde güçlü bir savunma hattı kurabilmişlerdir. Bu üstünlük sayesinde, kısa zamanda ekonomik ve siyasi gelişimlerini tamamlamışlar ve köklü bir medeniyete sahip olabilmişlerdir. Nitekim Nübye, Mısırlılar için bir “kışla” gibiydi ve hemen tüm askeri ihtiyaçlarını buradan sağladılar. Zamanla Nübye’ye Mısır’dan bir bürokrat ve memur sınıfı yerleştirildi ve ülke içinde sıkı bir biçimde uygulanan iskan politikalarıyla Mısırlılar, Kuş ülkesine kadar yayıldılar.

Eski Mısır
Eski Mısır

Antikçağ sömürgeciliğinden farklı olarak modern sömürgeciliğin ortaya çıkışı ise Rönesans’la; yeni birtakım bilimsel keşif ve icatların ortaya çıkmasıyla eş zamanlıdır ve “sömürgecilik”ten bahsedildiğinde akla gelen de daha çok “modern sömürgecilik”tir. Büyük oranda nüfus ve iskan politikalarıyla sınırlı Antikçağ sömürgeciliğinden farklı olarak modern sömürgeciliğin ekonomik ve siyasi niteliğinin yanı sıra, yol açtığı yıkımlar da çok daha büyüktür. Bu farklılık esas niteliğini, Antikçağ’da dünya genelinde bilimsel ve teknik gelişmelerin aşağı yukarı denk bir düzeyde olmasına karşın, Rönesans’ta bu alanlarda gelişme gösteren Avrupa’nın diğer halklar ve topraklar üzerindeki hak iddiasını daha güçlü araçlarla gerçekleştirmesinden almıştır. Romalılar döneminde özellikle, hemen tüm dünyada paralel bir bilimsel ve teknik ilerleme sağlanmıştı ve üretim ilişkileri, dünya halkları için büyük benzerlikler içeriyordu. Rönesans’ta ise barut, matbaa ve pusulanın bulunması, Avrupalılara açık bir “üstünlük”(!) sağladı ve onları, “ötekiler” karşısında “ayrıcalıklı”(!) hale getirdi. Avrupa’da bu üç icatla birlikte ekonomik ve toplumsal ilişkiler de değişti ve zamanla burjuva sınıfı ortaya çıktı. Çalışma ve emek ilişkilerini kölelere özgü bir üretim biçimi olarak gören bu sınıf, daha kolay yoldan kazanmasını sağlayacak yeni üretim ilişkileri arayışına girişti. Burjuvanın bu arayışları, ekonomide yeni kaynaklar ve yöntemler geliştirmeye zorluyor; bu da başta mekanik olmak üzere hemen tüm bilimsel çalışmaları desteklemek konusunda burjuvayı güdülüyordu. Dünyanın diğer coğrafyalarında ise bu tür bir sermaye birikimi sağlanamadığı için ekonomik ve toplumsal ilişkilerde bu tür değişimler yaşanmıyor ve geleneksel üretim biçimleri korunuyordu.

Sömürgecilik
Sömürgecilik

Rönesans’ta Avrupa’da bilimsel ve teknik gelişmelerle değişen üretim ilişkileri, beraberinde meta üretimini de arttırdı ve ürün fazlası için yeni pazar arayışları ortaya çıktı; bu ise modern sömürgeciliği, doğrudan doğruya ekonomik ve siyasi bir olgu haline getirdi. Modern sömürgecilikte dünyayı keşfetme ve tanıma çabası, artık onu ele geçirme ve yönetme çabasına dönüşmüş; kendi medeniyetlerini “en üstün medeniyet” olarak görüp gösterme yoluna giden sömürgeciler, yerli medeniyetleri aşağılamışlardır. Bu sömürgecilikte “medeniyet”, makineleşme ve ticaret düzeyine göre ölçülebilen, gelişme düzeyi meta dolaşımıyla açıklanmaya çalışılan maddi bir birikim olarak görülmeye başlanmıştır. Medeniyetin manevi yönü (dil, din, kültür, davranış biçimleri, vb.) ise hızla değerden düşürülmüş ve bu da sömürgelerde tek tip bir yaşam tarzının olumlanmasına yol açmıştır. Bu koşullar altında sömürgelerin Avrupa’daki maddi birikime ulaşabilmeleri mümkün olmadığı için “geri medeniyetler” olarak kalmaları da doğal olarak değerlendirilmiştir.

On beşinci yüzyılda sömürgeciler, artık yalnızca anakarada ve Akdeniz bölgesinde değil, uzak coğrafyalarda da “ticaret acenteleri”ne sahip olabildiler; Roma hukukundan farklı olarak yerli halklara “itibari yurttaş” statüsü de verdiler. Avrupa’da merkezi otoritelerin yavaş yavaş güçlenmeye başlaması ve sömürgeleri tek bir merkezden idare etmeye dönük çabalar da sömürgeler üzerinde ekonomik ve askeri tahakkümden farklı olarak siyasi sömürgeciliği beraberinde getirdi. Doğu Ege’de Ceneviz İmparatorluğu ve Venedik İmparatorluğu, bu yüzyılda siyasi sömürgeciliği başlattı. Bu yüzyılda, İspanyol ve Portekizlilerin sömürgecilik faaliyetlerinde motor gücü teşkil ettiklerini ve siyasi sömürgeciliği dünyanın geri kalan kısımlarına taşıdıklarını görüyoruz. 1488’de Güney Afrika kıyılarından Hindistan’a ulaşılması ve 1492’de Amerika’nın keşfi, Antikçağ sömürgeciliğinden farklı olarak siyasi sömürgeciliği modern dünyanın ve modern sömürgeciliğin merkezine yerleştirdi. Haçlı seferlerinden önce Avrupa, ekonomik ve siyasi bakımdan dünyanın diğer coğrafyalarına kapalıydı; Ortadoğu’daki birkaç Hıristiyan devlet de Müslümanlar tarafından ele geçirilince Avrupa, iyice kabuğuna çekilmişti. On beşinci yüzyılda ise artık yavaş yavaş kabuğundan çıkmaya başlayacak ve kendi ekonomik ve siyasi gelişimi doğrultusunda dünyanın geri kalan kısımlarını sömürecekti.

Amerika Kıtasının Keşfi
Amerika Kıtasının Keşfi

On beşinci yüzyılda Doğu ticaret yolları, bütünüyle Osmanlı’nın denetimi altına geçti. Bu durum, yalnızca Cenevizliler ve Venediklileri etkilemekle kalmadı, tüm Avrupa’yı da etkiledi. İspanyol ve Portekizli denizciler, farklı ticaret yolları arayışına giriştiler. Portekizlilerin Ümit Burnu’nu bulmaları, dünya ekonomik ve siyasi faaliyetlerinde dengelerin değişmesine yol açtı. Colomb’un seyahatlerinden sonra İspanya ve Portekiz kralları, dünyanın sömürgeleştirilmemiş kısımlarını kendi aralarında paylaştılar ve Cabo Verde Adaları’nın batısı İspanya’ya bırakılırken, doğusu Portekizlilere kaldı. Bu dönemde İspanyol gemiciler, Amerika’nın kendilerine sunduğu olanakların farkına vardılar ve bunları, en etkin biçimde kullandılar. Bu gemicilerle Amerika’ya taşınan birtakım mikroplar, yerli halkların kitlesel biçimde ölümlerine yol açtı ve bu ölümler, İspanyollara “stratejik üstünlük”(!) sağladı. İspanyollar, Amerika’daki ilk sömürge yerleşimini Panama’da kurdular ve kısa bir zamanda Büyük Okyanus kıyılarına kadar ilerlediler. Sonra da Meksika’ya girdiler ve Hernan Cotes öncülüğünde, Aztek İmparatorluğu’nu sona erdirdiler. Hemen ardından, Francisco Pizarro ve arkadaşları da Peru’ya girdi ve İnka İmparatorluğu’nu ele geçirerek tüm doğal kaynaklarına ve emek gücüne el koydular, yerli halkları Bolivya madenlerinde köle olarak kullandılar.

İspanyol Sömürgeciliği
İspanyol Sömürgeciliği

Diğer taraftan Portekizliler, Vatikan tarafından destekleniyor ve ilerlemeyi sürdürüyordu. Bu destek sayesinde, Hindistan ve Doğu Hint Adaları’na kadar ilerlediler; yaklaşık üç yüz yıl boyunca hiçbir rakiple de karşılaşmadılar. Portekizlilerin en önemli “avantaj”ları ise ateşli silahlardı ve ayrıca, tüm sömürgeleri kapsayan merkezi bir idare kurmaya da kalkışmadılar; stratejik öneme sahip ülkeleri ele geçirmek ve korsanlık yapmakla yetindiler. Böylelikle, on altıncı yüzyıl başlarında Doğu Afrika, Hindistan ve Hürmüz Boğazı gibi stratejik birtakım merkezlerin denetimini sağladılar ve kısa zamanda Afrikalılar ve Araplardan oluşan bir komprador sınıf meydana getirerek onların katkılarıyla Japonya içlerine kadar ilerlediler. Portekizliler, gittikleri ülkelerde ticareti değerli madenlerle sağlıyor ve bu durum, ülke ekonomilerini tehdit etmiyordu. Çünkü bu madenler, daha çok süs eşyası ve takı yapımında kullanılıyor ve ülke içinde herhangi bir enflasyon yaratmıyordu. Ancak, Portekizlilerin kasaları zamanla boşalıyor ve bu da sömürgecilik faaliyetlerinin mali engellere takılmasıyla sonuçlanıyordu. İspanyollar ise Avrupa’da değerli madenlerin artmasına ve enflasyonun yükselmesine yol açıyor, bunlar ise maliyet bedellerinin yükselmesi, üretim düşüklüğü, işsizlik ve ekonomik çöküntü gibi zincirleme birtakım sonuçlar doğuruyordu. İspanyolların bu faaliyetleri sonucunda Avrupa’da üretim maliyetleri, yaklaşık dört kat artmış ve bu sorunlara bir çözüm getirmek amacıyla anakarada çok sayıda hisseli kumpanya kurulmaya başlanmıştı.

Hint Okyanusunda Sömürgecilik
Hint Okyanusunda Sömürgecilik

On altıncı yüzyılda İspanyollar, Amerika’da önce bir Ticaret Odası kurdular ve sonra da bunu, Batı Hint Adaları Konseyi’ne dönüştürerek bölgedeki sömürgeleri tek bir merkezden yönetmeye çalıştılar. Amerika’daki sömürgelerde feodalizme geçişte bu konseyin kararları ve uygulamaları belirleyici oldu. Hem, yine bu konsey kararıyla yerli halklar, kendi topraklarında köleleştirildi; nüfus ve iskan politikalarıyla marjinal bir azınlık haline getirildi ve birkaç kuşak içinde soyları yok edildi. Sömürgeciler gelmeden önce Amerika’da tüm halkların toplam nüfusu 50 milyon civarındaydı; sömürgecilerle birlikte ise bu nüfus, 4 milyona kadar indi. Amerika’daki sömürgelerde, emek gücüne karşı doğal bir gereksinim vardı ve bu gereksinimi yerli halkla karşılayamayacaklarını düşünen İspanyollar, Afrika’dan köle getirme yoluna gittiler. Ayrıca, yine bu konsey kararıyla İspanyollar, Orta ve Güney Amerika’da ticareti sınırlandırmak üzere ciddi yasaklar getirdiler; Avrupa ekonomisinde yol açtıkları zararları, anakarada altın ve gümüşü sınırlandırarak düzeltmeye çalıştılar. Bu amaçla, bir filo yaptılar ve bu bölgelerin anakarayla ticari ilişkilerini sınırlandırdılar.

Yirminci yüzyıla kadarki süreçte Avrupa sömürgeleri, idari ve siyasi bakımdan anakaraya bağlıydı. Ancak, sömürgelerin hemen tüm dünyaya yayılmış olması, beraberinde toplumsal ve kültürel farklılıkları da bir sorun haline getirmiş; sömürgeleri ellerinde tutmak için Avrupalıları yeni birtakım arayışlara sürüklemişti. Sömürgeciler, on altıncı yüzyıldan başlayarak hemen tüm sömürgelerde ayrı hukuki mekanizmaları devreye soktular ve değişik birtakım ekonomik ve siyasi düzenlemeler getirdiler. Bu bağlamda, Tropikal sömürgelerin (örneğin, Antil Adaları) Kuzey Amerika’daki sömürgelerle önemli bir farkı vardır. Antiller şeker kamışı, tütün, kahve ve pamuk gibi ürünlerde zengin bir bitki örtüsü ve iklime sahipti; burada geniş çiftlikler ve güçlü bir aristokrasi vardı. Sömürgeciler, bu aristokrasiyi devreye sokarak Antiller’deki sömürüyü gerçekleştirdiler. Kanada gibi köylü sınıfı güçlü olan sömürgelerde ise feodalizmi benimsediler ve kendileriyle birlikte hareket eden yerlilere belirli birtakım imtiyazlar vererek sömürge işletmeciliğini onlara tahsis ettiler. Pennsylvania gibi dağınık yerleşim birimlerinde de bireyci modele dayalı kısmi demokrasiyi uyguladılar; bölgenin coğrafi yapısı, yerlilerin birbirleriyle güçlü bağlar kurmalarını ve sömürgecilere karşı güçlü bir iktidar alternatifi oluşturmalarını engelliyordu. Ayrıca, bu sömürgelerde Hıristiyanlığı yaymak gibi birtakım “kutsal amaçlar”(!) da sömürgecilerin söylem retoriğinde ilk sıralarda yer almaya başlıyordu. Bununla birlikte siyasi sömürgecilik, merkezi idarenin de güçlenmesini gerektiriyor; fakat, feodal ilişki biçimlerine duyulan gereksinim bunu engelliyordu. İspanyol ve Portekizli sömürgeciler, sömürgelerde belirli birtakım kişi ve gruplara imtiyazlar vererek feodalizmi sömürgelerde egemen kılıyor ve hem sömürgecilik faaliyetlerini geniş topraklara yayabiliyor, hem de “maliyeti” düşürmeyi başarıyorlardı. Özellikle de komutanlık ve maden işletmeciliği alanlarında bu yapılanmaların sonucu olarak imtiyazlar, babadan oğla geçiyor ve işletmeler, birer “aile şirketi” görünümünde yetki ve sorumluluklarını sürdürüyor; bu da kendi toprak aristokrasisini yaratarak bu yapıların devamını sağlıyordu. Sonraki dönemlerde Fransa, İngiltere ve Hollanda’nın da sömürgecilik konusunda genel stratejileri, bu imtiyaz sistemine göre şekillenmişti.

Sömürgelerdeki bu feodal yapılanmalar, sömürgeci devletler açısından ciddi sorunların doğmasına da yol açtı ve feodal beylerin aşırı güçlenmesi, merkezi idareyi endişelendirmeye başladı. Bu yapıların merkezi idare tarafından denetlenmesini sağlamak amacıyla sömürgelere vali gönderilmeye başlanması, bu bağlamda önemli bir konudur. Merkezi idare, bu valiler kanalıyla sömürgeleri idari ve siyasi açıdan kendisine tabi tutmaya çalışmış; bunu ise sömürgeleri dil, din, etnik ve kültürel bakımdan homojenleştirerek yapmayı denemiştir. Ne var ki, sömürgelerdeki bu homojenleştirme çabaları da sonuçsuz kalmış ve üstelik, bu valilere karşı geniş halk kitlelerinde ciddi hoşnutsuzluklar başlamış ve sömürgelerin el değiştirmesinde bu çabalar, önemli bir neden haline gelmiştir. Dolayısıyla, bu ülkelerde feodalizm, “iç gelişimlerinin bir ürünü/aşaması” değildir ve aslına bakılırsa, Marksist tarih kuramının öngördüğünün aksine, bu ülkelerde böyle bir “ilerleme” de yoktur. “İlerleme” olarak değerlendirilen şey aslında, sömürgeciliğin bir söylem retoriğidir. Fakat, bu tür bir “ilerleme” anlayışının bizzat Marksistler arasında bile yaygın kabul görmekte olması; bu ülkelerde feodalizme geçişin sömürgelerin “iç gelişimleri” içinde anlamlandırılmaya çalışılması, gerçekten de düşündürücüdür. Hem, Avrupa’da yaşayan “azınlıklar” ile Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndeki halklar ortak bir kökeni paylaşmış olsalar da bu kitlelerin tarihleri ve kültürleri, basit bir biçimde birleştirilemez. Örneğin, Afrika kökenli Amerikalılar, Güney Afrikalı siyahlara göre kendilerini daha yüksek bir konumda görürler.

On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, imtiyazlı şirketler sisteminin yürürlükten kaldırıldığını ve sömürgelerde özgürlük hareketlerinin başladığını görmekteyiz. Gerçi, 1884 Berlin Konferansı’nda siyasi sömürgeciliğe hukuki meşruiyet sağlanmıştı; ancak bu meşruiyet, sömürgelerin yeniden paylaşılmasına dönük bir stratejiydi ve aslında, sömürgelerde bağımsızlık düşüncesinin yayılmasına katkı sağladı. Ne var ki, sınırların artık masa başında belirlendiği, yeni çatışma ve savaş tohumlarının da yine bu masalarda saçılmaya başlandığı bu dönemde, başta ırkçılık olmak üzere etnik milliyetçilik, cinsiyet ayrımcılığı, vb. konularda ciddi sorunlar da yine bu platformlarda alınan kararların sonucuydu. Örneğin, Güney Afrika’da Hollandalı beyazların on altıncı yüzyıldan beri egemen olmalarına karşın ırkçılığın on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkması oldukça düşündürücüdür. Nitekim melez ırk, ancak on dokuzuncu yüzyılda siyahlar ve beyazlar arasında bir kavgaya konu olmuş ve Apertheid yönetimi, Nazilerden bile daha uzun bir süre Güney Afrika’yı yönetmiştir. On dokuzuncu yüzyılın henüz başlarından itibaren sömürgeci devletler, masa başında kendilerine “tarafsız” bir görünüm verseler de kızışan rekabet koşulları içinde sömürgelerini kaybetmemek için sömürgelerin iç işlerine daha fazla müdahale etmeye başladılar. Bu amaç doğrultusunda, başta şiddet olmak üzere hemen her yolu denediler; ırkçılık, etnik milliyetçilik, cinsiyet ayrımcılığı, vb. sorunlar da bu şiddet ortamı içinde ivmelenerek arttı. Fransa’da 1897’de kurulan Sömürgeler Bakanlığı, sömürgeci devletlerin yol açtığı yıkım ve felaketleri açık bir biçimde tespit etmeyi sağlar. Nitekim, bu bakanlığa bağlı sömürge valileri, yerel otoriteler karşısında mutlak egemen konumdaydılar ve başta Kuzey Afrika olmak üzere tüm Fransız sömürgelerinde bu sorunların arkasında bu valiler vardı.

Fransız Sömürgeciliği
Fransız Sömürgeciliği

Sömürgelerdeki despotik idareler, zaman içinde hem sömürgeciler, hem de yerli halk için büyük sorunlara yol açtı. Hemen her konuda merkezi idareden emir bekleyen sömürge valileri, etkinliklerini zamanla kaybetti. Yerli halk arasında da imtiyazlı kesimlere karşı ciddi bir hoşnutsuzluk ortaya çıkıyor ve bu da “özgürlük ve demokrasi” taleplerinin daha yüksek bir sesle dile getirilmesine yarıyordu. İngilizler, sömürgeleriyle daima iyi geçinmişler ve bu nedenle, “bağımsızlık”(!) sonrası dönemde bile onlarla bağlarını korumuşlardır. Fransız sömürge valileri ise uyguladıkları asimilasyon politikaları sonucu sömürge sonrası dönemde de Fransızlara karşı duyulan hoşnutsuzlukların unutulmasını engellemişlerdir. Ayrıca İngilizler, sanayileşmelerini erken dönemde tamamlamıştı ve sömürü faaliyetlerinde aceleci değillerdi; Fransızlar ise bu süreçte epey geride kalmışlardı ve bu eksikliklerini bir an önce gidermek istedikleri için bu valilerin daha da despotik hale gelmelerine göz yumdular. Yirminci yüzyıla gelindiğinde, dünyanın % 85’i sömürgeleştirilmişti. Fakat, 1970’lerde Angola ve Mozambik’te sömürgecilerin geri çekilmesiyle, siyasi sömürgecilik devri kapanmış oldu. Latin Amerika’da sömürgeciliğe son verilmesi ise diğer ülkelerde olanlardan farklıydı. Latin Amerika’daki İspanyol sömürgeciler, yerli halkla kaynaşarak melez bir ırk meydana getirdiler ve toplumsal ilişkiler, karmaşık birtakım aidiyetler ve hiyerarşiler içinde belirlenmeye başlandı. Bu değişimlere ayak direyenler ise merkezden uzaklaştırılarak marjinalleşti ve birkaç kuşak sonra sayıları azaldı.