Başkalarına sesimi duyurmaktan vazgeçeli çok zaman oldu.
Neyse derin mevzular bunlar, sonra konuşuruz.
Cebimden bir sigara çıkardım. Ama çakmağı bulamadım, düşmüş olmalı. Karşıdan geçen iki gençten ateş istedim. Birinin elinde kovayla fırça vardı. Diğerinin yükü daha ağırdı. “Abi iyi misin, ne oldu sana böyle?” diye sordular.
Sahi bana ne olmuştu…
***
Yine aynı mekana gittim ve aynı masaya oturdum. Rüzgar vardı. Sigaramı yakmak için ateşin üzerine eğilip siper oldum. Sonra garson elinde 50 lik efesle gelip selam verdi. Bardağın kenarlarından köpük akıyordu. “sakin ol şampiyon, bu kadar köpürecek ne var” diye çıkıştım bardağa. Sonra güldüm. Bardak gülmedi. Neyse dedim “belli ki sen de bu gün havanda değilsin”. Çantamdan okumalık bir şeyler çıkardım. Yanağımı sağ avucumun içine alıp, vücudumu masanın üzerine diktiğim dirseğime emanet edip okumaya başladım. Hava serin fakat sertti. Hafif bir rüzgar bile vardı. Hani güzel kızların saçlarını savurmaya yetecek kadar. Geceye doğru kalkıp evimin yolunu tuttum.
Sarhoş Değilim ben! Bir birayla sarhoş olur mu insan? Üstelik yarısına kadar su konmuş bir bira. Neyse ki hala net bir çizgiyi koruyacak kadar aklım yerinde. Kendi kendime söylenerek çıktım İstiklalden. Meydana vardım. Karşısında durdum. Ve avazım çıktığı kadar bağırdım, “yine girdim lan sanaaaa” diye. Tabii benden başka kimse duymadı beni. Her zaman ki gibi yani. Başkalarına sesimi duyurmaktan vazgeçeli çok zaman oldu. Neyse derin mevzular bunlar, sonra konuşuruz.
Hemen herkes bilir İstiklalden meydana çıkarken sol tarafta çiçekçiler olur, onların yanında da polisler. Nasıl olur diye sormayın, hayat işte her şey oluyor. Çiçekçilerin önünden geçip Şişli’ye doğru yürüdüm. Karşıya geçecektim. Yeşil ışık yanınca durdum. (Allah herkese nasip etsin). Yani aslında kırmızı demem gerekiyor. Çünkü o sıra araçlar için yeşil bizim için kırmızı yanıyordu. İşte ikisinin ortasında sarı yanar bazen. Güzel olur üçünü de aynı anda yanarken görmesi. Bu arada ben ne ara kurallara bu kadar uyar oldum? Neyse, karşıdan bir kız geliyordu. Rüzgarı arkasına almış, hızlı hızlı yürüyordu. Yolun ortasında durdum. Tam yanımdan geçerken kafasını kaldırdı. Rüzgarın içinde yolun ortasında göz göze geldik bir an. Sonra hemen kaçırmadı gözlerini. Uzun uzun bakıştık. Yüzüne savrulan saçlarını eliyle kontrol altına almaya çalışıyordu. Evet dedim, boşuna değil rüzgarın bu havası. Çok durmadı tabi, gitti.
Sadece adını öğrenme ihtimali için bile değmez mi bütün gece soğukta yürümeye. Değer elbet. Ardından uzun uzun bakılacak kadar güzel, hakkında şiirleri yazılacak kadar kadın. Ama dedim ve durdum. Ama… Hayatıma giren bütün cümlelerin sonundaki bağlaç. Karşısına çıkmalı mıyım acaba? “Affedersiniz. Biraz önce hani kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçerken, yani tabi ki aslında yeşil yanıyordu yani yayalar için yeşil…” Off !! Yok daha neler!!
Tamam. “Affedersiniz. Merhaba. Biraz önce meydanda yani. Karşıdan karşıya geçerken. Hani yolun tam ortasında karşılaşmıştık. O an tanışamadık, fırsat olmadı tabi kırmızı ışık yandığı için yani esasen yeşil demem lazım yaya olduğumuz için !!!!” Allah kahretsin!! Olmuyor!
Hem yalnızlığıma yeni bir anlam katmaktan başka ne işe yarayacak ki bu çaba? Durdum. “Ama” dedim yine. Ama değer, çünkü yalnızlığın dahi bir anlamı olmalı, yanılıyor muyum?
Arkasından yürüsem mi acaba? Belki kendini bilmez bir serseri rahatsız eder, bende o serseriyle haddini bildiririm. O serseriden farkım nedir benim? Tabi ki ben kendini bilen bir serseriyim. Evet, ben onu kurtarırım, o korkudan koluma sarılır. Sarılmaya da bilir!
Dahası benden de korkup kaçabilir. Kaçmaya da bilir. Sokaklar tehlikeli. Benim de yolumun üstü. Bak sen şu işe! Ama benim yollarım daha tehlikeli. ‘Ama’ dedim yine. Yine de kendisini evine bırakabilirim. Ya kabul etmezse? Olsun ben ısrar ederim. Belki kahve içmeye bile davet eder. Ama ben bir içimlik kahvelerin adamı değilim. “Yine de bu nazik teklif in için teşekkür ederim, belki daha sonra”. Sonra karşılıklı olarak telefon numaralarımızı paylaşırız. Evine girer ve bütün gece beni düşünür. Güzel şeyler bunlar. Böylece ya yalnızlık dışında bir şey daha anlam kazanmış olur ya da acı bir yalnızlığın sessizliği duyulur.
Sonunda kendimle olan savaşımı kazandım ve kızı bir serseri rahatsız edinceye kadar takip etmeye karar verdim. Onu kurtaracak ve kahramanı olacaktım. Adımlarımı hızlandırdım. Aramızdaki mesafeyi koruyarak yürümeye devam ettim. Önce bir ara sokaklara girdi. Hah işte tam gasp yapmalık bir sokak. Birazdan mutlaka bir tinerci elinde bıçakla ortaya çıkar. Ama yok. Sokakta ikimizden başka kimse yok. Memleket hırsız, arsız, tecavüzcü, katil dolu ama ortalıkta kimse yok. Nerede bunlar! Ya tamam polis bile razıyım ama kimse yok. Adımlarını hızlandırmaya başladı. Normal olmayan bir durum vardı. Arada arkasına bakıp koşmaya başladı. Arkasından kovalayan bir tehlike varmış ta kurtulmaya çalışıyor gibiydi. Kaybetmemek için bende peşinden koşmaya başladım.
Tam caddeye çıkmıştık ki, İki kişi önüme atlayıp, “ne kovalıyon lan kızı” diye üzerime çullandı. Zarar vermek ne cüret kendisini korumaya çalıştığımı anlatmanın bir anlamı olur mu şimdi? Olmaz dedim. Hatta daha çok vurmaları için ana bacı sövmeye başladım. Sonunda toplamsal görevlerini yerine getirmekten yorulup bıraktılar beni. Kolay iş değil tabi. Adamlar beni orada bırakıp giderlerken ben hala arkalarından küfür ederek üzerlerine yürüyordum. Sonunda dayak yemekten yorulunca vazgeçtim. Meydana çıktım tekrar. Döndüm şöyle bir baktım. “Yine girdim lan sana” diye bağırdım. Ama bu sefer gerçekten bağırdım. Sonra sessizce, “yine ağzıma sıçtın” dedim. Ama bunu kimse duymadı.
Cebimden bir sigara çıkardım. Ama çakmağı bulamadım, düşmüş olmalı. Karşıdan geçen iki gençten ateş istedim. Elinde kovayla fırça taşıyan çakmak verdi. Diğerinin yükü daha ağırdı. “Abi iyi misin, ne oldu sana böyle?” diye sordular. Bir yandan konuşup bir yandan elimle çakmağa siper yaptım, “Önemli bir şey değil iyiyim. Şurada iki dallama kızın birini rahatsız etti”. Rüzgar hızlanmıştı, çakmak yanmadı. Rüzgara arkamı döndüm, kafamı omuzlarımın arasına gömüp ateşledim çakmağı. “Ben de daldım bunlara. İkiye tek olunca biraz sopa yedik tabi ama kızı kurtardım”. Gençlerin işi vardı belli ki. “Helal sana abi” deyip gittiler. Ciddiye almamışlardı, hemen sonra gülüşlerini duydum. Arkalarından baktım bir süre. Yürümeye devam ettim. Ne kadar yürüdüğümü bilmiyorum. Nerdeyse ayılmıştım bile. Derken biraz önümde muntazam aralıklarla yanıp sönen mavi ve kırmızı ışıklar belirdi. Ardından bir takım bağrışmalar duymaya başladım. Yolum değiştirmek için arkamı dönmek istesem de kontrol edemediğin o duygu beni ışıkların ve seslerin çıktığı o sokağa doğru itti.
Sokağa girdiğimde iki tane ekip otosu hemen yanımdan geçerek hızla uzaklaştı. Öndeki araçta genç bir kızı serserilerin elinden kurtardığım için beni tebrik eden iki genç, arkadaki araçta dayak yeme pahasına serserilerden koruduğum o kız vardı. Kızla ikinci kez göz göze geldik. Arkalarında kırık bir kova, ıslak bir fırça ve duvarlardan sökülmüş yırtık afiş parçaları kalmıştı.
Sigaramdan derin bir nefes daha çektim içime. Sanki sigaramın ucundaki ateş ne kadar çok parlarsa gece o kadar çabuk bitecekmiş gibiydi. Bir kez daha çektim, sonra rüzgara bıraktım içimdeki bütün dumanı. Al dedim, götür içimde ne varsa.