Shame (Skammen) filmi, Ingmar Bergman‘ın sinemayı izleyicinin kurmacayla gerçeklik, hayalle gerçek arasındaki farkı hatırlaması ve film boyunca kendi içine dönmesi kendisiyle yüzleşmesi, filmle ilgili kendi çıkarımlarını yapması için yakın plan çekimlere çok fazla yer verdiği, kurguda sekanslar arası karartmaları daha sık kullandığı, gölge oyunlarına her zamankinden çok başvurduğu 5. dönem filmleri arsında yer alır. Bergman’ın gölge oyunlarına sıklıkla başvurmasının nedeni Jung’a göre gölgenin kişisel bilinçdışı olmasıdır. Toplumsal standartlara ve bizim ideal kişiliğimize uymayan tüm vahşi istekler ve duygulardır. Utanç duyduğumuz ve kendi hakkımızda bilmek istemediğimiz her şeydir. İçinde yaşadığımız toplum ne kadar dar ve kısıtlayıcı olursa, gölgemiz o kadar geniş olacaktır.
Filmde klasik müzik eğitimi almış keman çalarak hayatını sürdüren Rosenberg çifti savaş nedeniyle orkestraları dağıldığı için bir taşra kasabasında inzivaya çekilirler. Herhangi bir siyasi görüşe sahip değillerdir. Radyoları bozulmuştur ve kalabalıktan uzaktadırlar. Bu nedenle gündemi takip edemezler, savaşın yıkıcılığı hakkında filmin başlarında fikir sahibi değillerdir. Film belirsiz bir zamanda ve isimsiz bir ülkede geçmektedir. Eleştirmenlerin fikir birliğine vardıkları görüş filmin 2. dünya savaşında bir Avrupa ülkesinde geçtiğidir. Filmin Jan’ın rüyasıyla başlayıp Eva’nın rüyasıyla bitmesi, kahramanların savaşın yıkıcılığıyla erdemlerini korumakta zorlanmaları, savaş nedeniyle adeta hayatları üzerindeki kontrolü kaybedip yaprak gibi savrulmaları, kimin dost kimin düşman olduğu bilincinin kaybolması bununla birlikte silahın kimin elinde olduğu ve kime doğrultulduğunun da önemini yitirmesi filmin akışı içinde son kertede tüm bunların değersizleşmesi insan doğasına atıfta bulunularak anlatılmıştır. Dolayısıyla filmin hangi coğrafyada geçtiği ya da hangi savaştan bahsedildiğinin bir önemi yoktur. Burada özellikle tek bir savaşın ya da ülkenin öne çıkarılması engellemek istenmiş, genel geçer bir durum olduğu vurgulanmıştır. Belirsizlikle, dikkat çekilmek istenen bir diğer nokta karakterlerin hayatları üzerinde tam anlamıyla kontrol sahibi olamadıkları dolayısıyla da özgür olmadıklarıdır. Çift, askerler tarafından toplanma odasına götürüldüğünde Eva eşinin kulağına eğilerek filmin en can alıcı cümlelerini fısıldar;
”Bazen her şey bir rüya gibi geliyor. Benim gördüğüm değil de oynamak zorunda olduğum bir başkasının rüyası. Bizi rüyasında gören kişi uyandığında ve utanç duyduğunda ne olacak peki?”
Rosenberg çifti diğer herkes gibi kendileri adına karar alıp veren üst otorite olan devlet (ulus-devlet) nedeniyle bir savaşa sürüklenmişlerdir. Bu konuşmadan Bergman’ın bir öldürüp bir dirilttiği ve her filminde hesaplaştığı Tanrı figürüne sitem ederek; kendisine Spinoza’nın meşhur ”Tanrı kukla oynatıcısı değildir.” sözünü olumlu halde sual etmiş olabilir. Ve film boyunca aslında iki karakterin de rüyayla gerçek arasında gelgitler yaşamaları, filmin üzerindeki belirsizlik etkisinin artmasına neden olmuştur. Film Jan’ın Eva’ya gördüğü rüyayı anlatmasıyla başlar, Eva’nın Jan’a gördüğü rüyayı anlatmasıyla sona erer. Bu iki rüyanın üzerinde durmayı filmin bütünlüğü içerisinde karakterlerin isteklerini, arzularını, korkularını anlamak açısından faydalı olduğunu düşünüyorum. Daha da önemlisi Bergman’ın röportajlarında da söylediği gibi oluşturduğu karakterlerle ilgili öznel düşüncelerini (siyah- beyaz, iyi- kötü kadar net olmasa da) onlara karşı sevgisini öfkesini izleyiciyi rahatsız etmeyecek dozda filmin içine serpiştirdiği bir gerçektir. Shame filmindeki iki karakterle ilgili yönetmenin duruşunu anlamamız için filmde anlatılan rüyalar bize önemli ipuçları veriyor. Öncelikle iki karakter çalar saatin sesiyle şehre inmek için uyanıyor. Öncelikle Eva yataktan kalkıyor, sıcak su koyuyor sonrasında ayna karşında temizlenmeye başlıyor. Bu esnada Jan Eva’ya gördüğü rüyayı anlatıyor.
”Gerçekten çok tuhaf bir rüya gördüm. Eskisi gibi orkestradayken yanyana oturarak 4. Branderburg’un konçertosunun yavaşlayan kısmının provasını yapışımızı ve geride bıraktığımız tüm o şeyleri gördüm. Şimdiyse sadece bir kabusu hatırlar gibi hatırladığımız. Çalarken ağlamaya başladım ve ağlayarak uyandım.”
Eva umursamaz halde kayıtsızca Jan’ı dinliyor. Jan konçertonun yavaşlayan kısmını mırıldanmaya başladığında onun sözünü keserek ona traş olup olmayacağını soruyor. Jan da Eva’nın sorusunu eğer ısrar ediyorsan… diye cevaplandırıyor. Savaşın çift üzerindeki yıkıcı etkisini iyiden iyiye artırdığı ve Jan’ın dost olarak gördüğü, rosenberg çiftini, rütbesi sayesinde cezadan kurtaran Jacobi’nin Eva’yla ilişkisi olduğunu öğrendiği anda Jan tamamen değişiyor. Bu değişim anıda kameranın film boyunca sadece iki kez gösterdiği merdivenin üst kısmındaki kapalı bölümde gerçekleşiyor.
Bu yerin gösterildiği ilk sahnede Eva taşraya sıçrayan savaşın öldürücü etkisinin farkındalığına varıyor ve merdivenlerden yukarıya çıkıp bir süre orada bekliyor sonrasında Jan’a merdivenin üst kısmından bakıyor. Aralarındaki mesafeden ve Eva’nın konumundan onun Jan’ı küçümsediğini hatta aşağıladığını anlayabiliriz. Çiftin çocuklarının olmaması ve cinsel hayatlarının savaşın psikolojik baskısı nedeniyle yolunda gitmemesi, Jan’ın klasik erkek rol modelini oynamaması, erkek otorite boşluğu bu duruma neden olarak gösterilebilir. Bahsettiğim ikinci kısımda ise Jan çatıdaki bu bölmeye siniyor ve Eva’nın kendisini dostuyla aldatması üzerine ağlamaya başlıyor. Bu bağlamda filmin dinamiğini oluşturan ve film yönünü değiştiren yer bu bölmedir. Burası iki karakterinde rüyadan uyandığı kendisiyle yüzleştiği yerdir. Filmin başında tavuk bile kesmek ya da vurmak istemeyen Jan burada kendisiyle yüzleştikten sonra Jakobi’nin parasını çalıyor herkese yalan söylüyor ve Jacobi’yi öldürüyor. Bu değişimin nedenini sadece zedelenen erkeklik onuruyla açıklamak doğru değil. Film boyunca pompalanan, savaşın ve şiddetin toplumu ataerkil bir yapıya sürüklediği, bireyi şiddete daha da eğilimli hale getirdiği, saf güce dayalı dinamikleri öne çıkarttığı fikri Jan’ın değişimindeki en büyük etkendir. Bu değişimin sonucunda Jan bir asker kaçağını öldürüp üzerindeki üniformayı ve askerin botlarını alır. Eva’nın seninle gelmek istemiyorum blöfüne karşılık olarak burada kalman işleri kolaylaştırır yanıtını verir. Bir sonraki sahnede Jan önde ilerlerken Eva arkasında onu takip eder. Artık ipler Jan’ın eline geçmiştir, Eva, Jan’dan kendisinin koruyuculuğunu yapmasını talep eder ve ne olursa olsun onun peşinden gider.
Jan ile toplum arasındaki bağ kopmuş, topuma ve bireylere yön veren ahlak, din, hukuk kuralları gibi normlar savaş nedeniyle işlevini yitirmiştir. Tatminsizlik, hayatın anlamsızlığı ve değersizlik hissi film boyunca karakterler üzerinden izleyiciye aktarılır. Henrik İbsen’in eserlerinden ve düşüncelerinden oldukça etkilenen Ingmar Bergman filmlerinde anomi kavramının üzerinde durur ve bireyin toplumla olan ilişkisini sorgular. Shame filminde bu sorgulamanın anarşizme kaydığını söylemek mümkündür. Cepheye çağrılan bireylerin askerlikten kaçması, devletin bireyi piyon olarak kullandığı düşüncesinin hissettirilmesi ve Jan’ın eşiyle birlikte şarap satın aldıkları dükkanda konuşması esnasında Viyana Konfreansı’na atıfta bulunması Bergman’ın devlet otoritesini ve ulus devlet sistemini sorguladığının göstergesidir. Ayrıca çiftin şarap satın aldıkları dükkanda, dükkan sahibinin konuşmasında bahsettiği bireyin yalnızlığı, insanın ölümden ve ölümden sonra unutulmaktan korkuyor oluşu izleyiciye, bireyinde toplum kadar vatan ya da millet kavramları kadar hatta tüm bunlardan daha çok değerli olduğunu hissettirir. Antika bir eşya üzerine yapılan sohbet ve müzik sesi çifti hüzünlendirir, geçmişe özlem duymalarına neden olur, savaştan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır ve şuan ki durumu muhafaza etmek mümkün değildir. Bu nedenle mutlu oldukları bir anda zamanı dondurmak ya da geçmişe gitmek Rosenberg çiftinin film boyunca birleştikleri belki de tek ortak noktadır.
Yönetmenin filmde bahsettiği bir diğer önemli husus, sanatçının toplumsal ya da siyasi olaylar karşısındaki duruşudur. Jan, rüyasında sanatına ve eski günlere duyduğu özlemden bahseder. Karısıyla birlikte olan Jocabi filmin bir bölümünde Jan’a açık bir şekilde sanatçı mısın yoksa hıyarın teki mi diye sorar. Jan da albaya sanatçıyım, yoksa hıyarın teki mi? diye cevap verir. Bunun üzerine albay bastonunu masaya sert bir şekilde vurarak: Sanatın kutsal özgürlüğü… Sanatın kutsal laçkalığı… cümlelerini kurar. Uzun bir sessizliğin ardından Jacobi, Rosenberg çiftine bakarak alaycı bir şekilde gidip bir işeyeyim der. Aslında tüm bu alaycılığın ve şiddetin altında yönetmenin öfkesini açık bir şekilde görürüz. Yönetmen sanatçıların iktidar yüzünden özgür olamadığını, baskı altında kalarak korktuğunu, bu nedenle toplumsal veya siyasi sorunlara eserlerinde değinmediklerini, değinseler bile taraflı bir dil kullandıklarını kısacası iktidar yalakalığı yaptıklarını ifade etmek ister. Fakat tüm bu eleştiri sadece sanatçıya ya da otoriteye yapılan bir eleştiri değil aynı zamanda bizzat Jan karakterinin korkak, kaypak ve ikiyüzlü olmasına da yapılmış bir eleştiridir. Ya da Ingmar Bergman’ın söylemek istediklerini aktarması için böyle bir karakter biçilmiş kaftandır. Bergman militarizmden olduğu kadar; karakterlerin basit bir hayattan zevk alıp, şarap içerek gündemden uzak kalıp apolitik hatta tamamen duyarsız bir duruş sergilemelerinden de utanç duyar. Toplumdan ve siyasetten uzak duran üst kesimi temsil eden iki sanatçının taşrada tarımla ilgilenirken savaşın yıkıcılığıyla yüzleşmesi içlerinde bulundukları durumu daha da vahim hale getirmiştir. Rosenberg çiftinin evlerinin yakınında uçaktan atlayan karşı ülke askerlerinin evlerine baskın yapması, Eva’yı tartaklayarak kamera karşısında ondan siyasi görüşünü ve savaş hakkındaki düşüncelerini söylemesini istemesi üzerine Eva ile Jan’ın çevreleriyle ilgili farkındalıklarının ne kadar düşük olduğu ortaya çıkar. Eva radyolarının bozuk olduğunu, hiçbir siyasi görüşe sahip olmadıklarını savaşla ilgili hiçbir şey bilmediklerini sadece savaşın çok uzun sürdüğünü ve bir an önce bitmesini istediklerini dile getirir. Askerler Eva’nın söylediklerini montajlayarak ülke geneline yayarlar. Bunun üzerine Rosenberg çifti düşman askerlere yardım etmeleri gerekçeleriyle tutuklanır. İronik bir şekilde bu kez de kendi ülkelerinin askeri tarafından şiddete maruz kalırlar.
Bergman, Shame filminde olduğu gibi, diğer filmlerinde de belki de annesi Karin’e duyduğu büyük sevgiden dolayı tavrını hep kadınlardan yana koyar. Shame’de Eva akıllı, mantıklı, güçlü, sabırlı, olgun; Jan ise çocuksu, bencil bir karakterdir ve Eva’ya göre daha silik ve arka plandadır.
Yönetmen filmde her iki cins üzerinden de karakterlerin iniş, çıkışlarını ruhsal bunalımlarını, varoluş sıkıntılarını, izleyiciye aktarmada çok başarılı. Keza oyuncuların performansları da öyle. Özellikle Eva karakterini oynayan ve Bergman’ın filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz bir yüz olan Liv Ullman oyunculuğuyla göz dolduruyor. Doğal ve minimal oyunculuğu izleyici de karakterin gerçekliğine olan inancı arttırıyor.
Filmin sonlarına doğru Rosenberg çifti bir teknenin içinde denizin ortasında kapana kısılmışlardır. Burada yönetmen sık sık ekranı karartır. Uçsuz bucaksız denizin ortasında varoluş sıkıntısının tüm yıkıcılığı, savaşın ve hayatın anlamsızlığı kurgudaki karartmalarla birlikte izleyicideki umutsuzluk hissinin yükselmesine neden olur. Yorgunluk içinde teknedeki kısıtlı yiyeceklerle beslenen bir kadın görüntüsünden sonra tekne sahibinin kaçması ya da intihar etmesi sonrasında ise askerlerin cesetlerinin suyun üstündeki görüntüsü ekrana verilir… Final sahnesinde Eva Jan’a gördüğü rüyayı anlatır.
“…Ve sonra yüksek bir duvarın yanına geldim, üstü güllerle kaplanmıştı. Ve sonra bir uçak geldi ve bütün gülleri ateşe verdi. Çok güzel olduğu için o kadar da korkunç değildi. Sudaki yansımalarını seyrettim. Ve güllerin nasıl yandığını gördüm. Ve kollarımda küçük bir kız vardı. Kızımızdı. Bana sıkıca sarıldı ve yanağıma değen dudaklarını hissettim. Ve tüm bu zaman boyunca birinin söylemiş olduğu bir şeyi hatırlamam gerektiğini biliyordum… ama unutmuştum.”