György Lukacs, tarihsel romanı kısaca günümüzden geçmişe göz atmak, geçmişi yeniden yorumlamak olarak tanımlar.[1] Bu kısa tanımdan yola çıkarak Yılmaz Karakoyunlu’nun 2010 yılında yayımlanan “Serçe Kuşun Sonbaharı” romanını analiz edeceğiz.
Yılmaz Karakoyunlu’ya gelinceye kadar farklı açılardan Şeyh Bedreddin’i ve Karaburun İsyanı’nı ele alan edebi eserler kaleme alındı; ancak roman olarak Şeyh Bedreddin’i ve onun çevresinde gelişen olayları konu edinen bu denli bir çalışma olmamıştır. Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı” ile edebiyat dünyasına giren Şeyh Bedreddin, Hilmi Yavuz’un “Bedreddin Üzerine Şiirler” çalışmasıyla kendine daha da fazla itibar kazandırdı. Karakoyunlu, Şeyh Bedreddin’i ve dönemin en önemli siyasi olaylarını, yine bu siyasi olaylarına yön veren kişiler üzerinden kurgusal bir forma sokarak Serçe Kuşun Sonbaharı eserinde romanlaştırdı.
Karakoyunlu, okurlarını Serçe Kuşun Sonbaharı romanın ana kahramanı Şeyh Bedreddin’in iç dünyasından başlayarak yakın çevresine, oradan aheste aheste uzağa doğru bir yolculuğa çıkarır. Bu yolculukta Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal öncülüğünde gerçekleşen Karaburun İsyanını’nı; Memluk sarayındaki hayatı ve Sultan Berkuk’u; Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid ve Timur’un ihtiraslı düşmanlıklarını; Ankara Savaşı’ndan sonra Anadolu’da başlayan Fetret Devri’nin sancılarını okuyucu tarihsel olayların gerçekliği ve roman dilinin kurgusallığı ve edebiliğinde hazmetmeye çalışır.
Serçe Kuşun Sonbaharı romanı, Prolog ve Epilog bölümleri hariç toplam 21 bölümden oluşur. Karakoyunlu, Bedreddin’in hayat merhalelerini bir serçe kuşun hayatına benzedir ve tüm bölümlere serçe kuşun o bölümde halet-i ruhiyesini temsil edecek bir isim verir.
Romanda tüm bölümlerinde başında bir şiir bulunur. Şiirler Mevlana ve Hilmi Yavuz’a aittir. Hilmi Yavuz’un şiirleri doğrudan Bedreddin Üzerine Şiirler’den alınır. Yalnız bu şiirler öyle gelişigüzel yerleştirilmez. Romanın başından başlayarak Şeyh Bedreddin’in düşüncelerin olgunlaştığı dönem dahil direniş ve isyanın başladığı bölümlere kadar ki şiirler Mevlana’dan seçilir. İsyan ve başkaldırı bölümlerin Hilmi Yavuz’un şiirleri bölüm başında yer alır. Sonunda direniş kırılır, Börklüce, Torlak ve Bedreddin öldürülünce kitabın son bölümü Epilog’da tekrar Mevlana’ya döner. Yazar’ın bu sıralamayı seçmesinin sebebi Mevlana’yı barışın ve maneviyatın sembolü olarak görmesinden olabilir. Durmadan kan aktığı, herkesin savaş halinde olduğu ve gerilimin doruğa çıktığı anlarda olay örgüsüne Hilmi Yavuz’un doğrudan aynı konuyu işleyen şiirleriyle katkı sunarak Mevlana’nın uhrevi dilinden romanı kurtararak maddi boyuta indirir. Çünkü artık hırs, intikam, ihanet vb. duygular kol gezmektedir. Böyle bir kurgusallıkta Mevlana’ya yer vermemek yazarın bilinçli bir tercihidir.
Serçe Kuşun Sonbaharı romanının kahramanı Şeyh Bedreddin ve diğer tüm ana karakterler yanı başlarındaki kadınların düşünce dünyasında kurgulanır. Buna göre Şeyh Bedreddin Mariye’yle, Sultan Berkuk Melike Şirin ile, Sultan Bayezıt Despina’yla, Timur İdil ve Bibi Hatun’la, Börklüce Mustafa İsabella’yla, Mehmed Çelebi Haseki Sultan’la birlikte vardırlar. Romanda bu kadın kahramanların düşünceleri ve eşleri üzerindeki etkileri son derece belirleyici olur. Karakoyunlu’nun tercihini bu yönde yapması romanın kurgusuna katkı yapmasından ileri gelir. Gerçekte bu kadın kahramanların eşleri üzerinde böyle bir etkiye sahip olup olmadığı bilinmemektedir.
Serçe Kuşun İlkbaharı
Simavna Kadısı’nın oğlu Bedreddin, Edirne’de 3. hocası Bayburtlu Ekmeleddin’den aldığı eğitimi de genç yaşında tamamlar. Artık yola çıkmaya hazırdır. Gerçek melamet hırkasını giymek ve tasavvufun sınırlarına girmek için Mısır’a, Şeyh Ahlati’nin yanına gitmek için hazırlıklarını yapar: “Yirmi dört yaşına henüz varmış bir Edirne imbiğiydi. Şeyh Mahmud, Şeyh Feyzullah ve Bayburtlu Ekmeleddin bu imbiğin ateşini körükleyenlerdi.”[2] Bedreddin, Mısır’a vardıktan sonra bir süre Şeyh Ahlati’den eğitim aldıktan sonra Memluk sarayında Sultan Berkuk tarafından şehzade Ferec’e öğretmen olarak tayin edilir. Saraya ilk girişinde bu genç yaşta şehzadeye öğretmen olduğunu öğrenen muhafız komutanının şaşkınlığına şu şekilde cevap verir:
“Çok dövdüler bugüne kadar beni… Önce Simavna’da Molla Yusuf, sonra Edirne’de Şeyh Mahmud falakadan geçirdi. Bursa’da Koca Efendi, Konya’da Şeyh Feyzullah imanımı gerip gerip gevşettiler… Daha sonra Bayburtlu Ekmeleddin’in minderini bekledim. Şimdi de Ahlatlı Hüseyin’in eşiğindeyim…”[3]
Bedreddin’in sarayda böylesine önemli bir göreve getirilmesinde şeyhi Ahlati’nin etkisi vardı. Çünkü Şeyh Ahlati, Sultan Berkuk’un da hocası konumundaydı. Bedreddin, Sultan Berkuk ve onun eşi Melike Şirin ile ilk karşılaşmasında gizli bir sınava tabi tutulur. Ders olarak neler okutacağını soran sultana verdiği cevapta nasıl bir birikime ve evrensel bilime sahip olduğunu ispatlar:
“Tarih ve felsefe için Yunan’ı okuyacak… Hukuk ve adalet için Roma’yı bilecek… İslamın mana ilmi için Arabi’yi, varlık bahsi için Gazali’yi tanıyacak… Aşk için Mesnevi’yi, maşuk için Tebrizli Şems’i okuyacak… Mana ilminde halkın hakkını, halkın hakkı için Hacı Bektaş’ı öğrenecek… Buna yekpare bütünlüğün ufku diyoruz. Bu bütünlükte hiçbir şey parça değildir. Hiçbir parça da bütünleştiği sanılan yerde yekpareyi yaratmaz…”[4]
Tüm bunlar gerçekleşirken bir yandan Osmanlı, Avrupa’da zaferden zafere koşmaktadır. Ancak Doğu’da Timur’un Sultan Bayezıd’ın hükümranlığına göz dikmiş harekete geçmek için beklemektedir.
Bedreddin, Sultan Berkuk’un huzurunda olduğu bir vakit şeyhi Ahlati ile fikir alışverişinde bulunur. Tüm bu düşünceler hükmetme ve sultanlık üzerine söylevlerdir. Bahis devletin halkına karşı görevlerine gelindiğin Bedreddin: “Biliyor musunuz Şeyhim! Açtığımız mescitlerin yarısı kadar okul açsaydık şimdi dünyanın parmak ısırdığı bir gücün sahibi olmuştuk. Bilimi köylünün kafasına koyduğumuz gün, saltanatın en güçlü olduğu günü yaşarız…”[5] Bu konuşmaya bakıldığında günümüzde hala Bedreddin’in 600 yıl öncesinden yaptığı bir tespit geçerliliğini korumakta ve insanlığın önünde bir hedef olarak durmaktadır.
Bedreddin, sarayda geçirdiği bir süreden sonra Sultan Berkuk’un izniyle kendisine ve Şeyh Ahlati’ye birer cariye hediye edilir. Bu cariyeler ikiz kardeştir. Cazibe, Bedreddin’in hizmetine; Mariye, Şeyh Ahlati’nin hizmetine verilir. Cazibe’nin kendisine köle olarak hediye edilmesi Bedreddin’in hoşuna gitmez. Cazibe’nin eve geldiği ilk gece Bedreddin ona: “Ne sen benim kölemsin, ne de ben senin efendin… Eşitiz… İçinden geçenlerin hepsini kullan…”[6] der ve ilk gecelerin sabahında Bedreddin Cazibe’yi karısı ilan eder.[7] Daha sonra Cazibe’den bir çocuğu olur. Bu süreçte Bedreddin Mariye ile de yakınlaşır. Çünkü Mariye’de Şeyh Ahlati’nin terbiyesi ve Bedreddin’in daha önce tatmadığı bir tasavvufi derinlik vardır. Bedreddin bu tasavvufi derinliğe hayran olur. Cazibe, çocuklarının doğumundan bir süre sonra hastalanarak ölür. Cazibe’nin ölümünün ardından Bedreddin ve Mariye daha da yakınlaşır. Diğer yandan Şeyh Ahlati’nin yaşlılığı da hastalığı da ilerler. Bu süreçte Şey Ahlati Bedreddin’e, Bedreddin de Şeyh Ahlati’ye sığınır. İkisi arasındaki muhabbet o kadar güçlenir ki, halvete girip günlerce çıkmadıkları olur.
Memluk sarayında bunlar yaşanırken Karaburun’da Börklüce, eşitlik ve adalet için halka tebliğde bulunur:
“Sofranı sen donatacaksın. Senin emeğin yetmezse, biz donatacağız. Emeğin eğer senin sofranı çaresiz bırakıyorsa, benim, onun, ötekinin emekleri birleşecek. Sen, sen olmaktan çıkıp biz olacaksın. Biz de, biz olarak birleşip sen olacağız…”[8]
Yaşı bir pazarcı kadının Börklüce Mustafa’ya cevabı şu şekilde olur: “Bir şeylerin değişmesi lazım Börklüce… Ama nasıl? Asıl sıkıntı burada… Eğer bir şeyin vakti gelmemişse, nasıl değişeceği bilinmez. Vakti gelince de neleri götüreceği bilinmez.”[9] Yaşlı pazarcı bu kadının düşüncesi durumu özetler nitelikteydi. Halk henüz Börklüce’nin düşüncelerine hazır değildir. Bunun biraz daha bekleyip Şeyh Bedreddin gibi güçlü bir sesin onları peşinden sürüklemesi gerekecekti. Tabi bu sürükleyişin nelere mal olacağı da meçhuldü.
Tire’de ise Torlak Kemal diye nam salmış Samuel çocukluk arkadaşı Aron’u ziyaret eder. Torlak Kemal aslen Yahudi bir ailenin çocuğu iken daha sonra İslam’ı seçip hak ve eşitlik için verdiği mücadele nam salar. Aron ise, Torlak Kemal’in çocukluk arkadaşıdır. Şimdilerde bir sinagogun hahamıdır. Her ikisi de dertleşmelerinde insanın insana olan kulluğundan yakınarak insanların bu denli haksızlıklara karşı içlerinde kopan fırtınaları nasıl olur da gizleyebildiklerini düşünmektedirler.[10]
Karaburun’da bunlar yaşanırken ordusunun çadırgahında Timur, Bayezıd’ı nasıl alt edeceğinin planlarını yapmaktadır. Karakoyunlu burada biraz da Timur’un insani tarafı üzerine eğilmeyi uygun bulur. Timur, on yıllarca eşi olan Bibi Hatun’a müthiş bir saygı besler: “Bibi Hatun! Canımın can damarı… Her şeyim… Anam, babam,, sevgilim… Efendim…”[11] Bibi Hatun ise, kocasına ve hakanına hürmet duyar ve kendi elleriyle İdil adında genç bir kızı sunar. İdil, geldiği ovanın ismini alan genç ve oldukça akıllı bir kızdır. Kısa sürede Timur’un yanından ayırmadığı birisi olur.
Timur, bir yandan da kendi iç hesaplaşması içindedir. Bugüne kadar yanlışlarını yüzüne karşı söyleyen hiç kimse çıkmamıştır. O yüzden dalkavuklardan nefret etmektedir. Yüzüne hatasını söyleyen olmadığı için de her hareketinin doğru olduğuna inanır. Yazar, Timur’un tüm hayallerini süsleyen iki şeyden bahseder: “Birincisi kumral dediği Bağdat, diğeri Yeşil dediği Bursa idi…”[12] Bağdat da Memluk sultanı Berkuk, Bursa’da ise Osmanlı sultanı Bayezıd hüküm sürmekteydi. O yüzden Timur gece gündüz demeden bu iki hedefi yok etmek için hazırlıklar yapar. Ordusuna emirler verir ve doğru zamanın gelmesini bekler.
Diğer bir yandan Bayezıd ise, çocuklarının hırsını görerek hepsine yetecek toprak bırakmak için Avrupa’yı fethetmek ister ama arkasından Timur tehlikesinin yaklaştığını hisseder. Timur’un Osmanlı’yı tehdit etmesi Bayezıd’ın sinirleri iyice gerer. Böyle zamanlarda Bayezıd’ın yardımına Despina yetişir. Despina, aklı ve ihtişamıyla Bayezıd’ı etkilemesini çok iyi bilir.
Bayezıd, yaklaşan Timur tehlikesine karşılık yeniçerileri hazırlıklı tutmak için onları ziyaret ederek Ganimet Kanunu’nun devam edeceğini söyler. Bir de müjde vererek Devşirme sisteminin ocağın esası olduğunu müjdeler. Bayezıd, askerlerine hedef olarak İstanbul’un fethini gösterir ve son olarak asıl meseleyi söyler: “Doğu’da Timur, Anadolu’ya yaklaşmıştır. Yönü artık Osmanlı’ya dönüktür. Ya başı bugünden ezilir, ya da boyun eğilir.”[13] Bu son söz Osmanlı ordusunun savaş hazırlığı anlamına gelmektedir.
Serçe Kuşun İlk Vuslatı ve Gonca Keyfi
Bedreddin, Şeyh Ahlati’nin tedrisatından geçerken bir yandan da Mariye’nin tasavvufi derinliğinin içerisine girmeye başlar. Aradan belli bir süre geçtikten sonra fıkıhta tüm İslam aleminin tanıdığı ve kabul gördüğü Bedreddin kitaplarının tamamını Nil Nehri’ne atarak fıkhın köşeli sınırlarından sıyrılır ve kendini tasavvufun uçsuz bucaksız evrenine bırakır.
“Bedreddin, konağın bütün hizmetlilerini odasına çağırmış, bu güne kadar sahip olduğu kitapları küfelere doldurup Nil’in kenarına getirtmişti. Hiçbir ayrım yapmaksızın hepsini nehrin sularına bırakıyordu. Birikimindeki derinliği sığlaştıran bir kahır çekişiydi. Kitaplarını atmakla içindeki yanlışlığın raflarını boşaltıyordu. Babasıyla başlayan, sonra bütün ders gördüğü hocaların yardımıyla genişleyen fıkıh ilminin vahalarından vazgeçip yeni bir tedrisat rahlesinin önüne oturmaya karar vermişti.”[14]
Şeyh Bedreddin, çocukluğundan beri aldığı tüm eğitiminin ardından akıl yoluyla ancak belli bir seviyeye kadar ulaşılabileceğini anlar. Mertebelerden mertebeye yükselen Bedreddin, artık bir sevdanın peşine düşmüştü. Bu sevda, içini yakıp kavuran tasavvuf idi.
Bir yandan ise Ege’de Erythrai, Urla ve Çeşme üçgeninin kapsadığı alanda bir mücadele filiz vermeye başlar. Bu üçgende Cenevizli Maona şirketi hüküm sürer. Maona şirketi bu bölgede çıkarılan madenleri mavnalarla Avrupa’ya taşır. Maona şirketi, bu bölgede her ailenin üzerinden tasarruf hakkına sahiptir, kahya ağaları ve izbandutlarıyla bölgede hakimiyetini perçinleştirir.
İşçiler, gece gündüz demeden Maona şirketi için maden çıkarır, daha sonra çıkardıkları madenleri sahile mavnalara taşırlar. Bunun karşılığında ailelerine yetecek kadar bile kazanç elde edemezler. Bir de bu yetmez gibi devamlı hakarete, kötü muameleye ve haksızlığa uğrarlar. Manisa tarafında Torlak Kemal, Karaburun’da ise Börklüce Mustafa’nın adı yavaş yavaş çevre yerleşkelere yayılır. Bu isimler başka bir ağızdan konuşurlar: Hak derler, adalet derler, eşitlik derler ve işçilerin hep birlikte çalışıp hep birlikte yiyeceği bir düzenden bahsederler. Börklüce, düşüncelerini her daim irşad eder:
“Siz çalışmazsanız kim çıkarır bu madenleri? Kim taşır sırtında bu tozu toprağı? Kim çeker bu kürekleri… Kim boşaltır bu yükü?”
Bilin ki, siz katlandıkça bu hal böyle sürüp gidecek. Hakkınızı arayan cesaret içinizde yoksa birleşin. Birlikte kaldırın kollarınızı havaya… Birlikte asılın küreklere… Eğer birisi hakkınızı el koymak isterse, birlikte yapışın gırtlağına…
Korkarsanız, ezilirsiniz…”[15]
Serçem Kuşun İlk Feryadı
Bedreddin, Mariye ile sohbetlerinde fıkhı sorgular. Mariye: “Tanrı iradesi yanlış yorumlanan bir değerdir. Tanrı’nın gerçek iradesi, bir varlığın özünde olanı ortaya çıkarmaktır. Bu Tanrı’nın gerçeği istemesinden başka bir şey değildir.”[16] dediğinde Bedreddin: “Acaba fıkıh ile tasavvuf, İslam’ın özünde bir çelişki miydi?”[17] diye kendi kendine sorar.
Mariye, uzun bir muhabbetten sonra Bedreddin’ son darbeyi vurarak din ve fıkha dair bildiği her şeyi altüst ederek “Sırrı-ı hakikat”ı açıklar:
“Bütün dünya malları, insanların ortaklaşa yararlanması içindir. Yeryüzü bu yararlanmanın bereket tarlasıdır. Gerçekten bölünmüş toprak parçaları yoktur. İnsanoğlu doğanın düzenini kendisi için böldü. Çünkü doğan, yaşayan ve ölen sadece insandır. İnsan bu hırsla doğanın nimetini kendine alır, külfetini başkasına bırakır. Doğumla başlayan hayat, sonu biline bir maceradır ve değişmez. Mutlaka ölümle sona erer. Ruh, bedenden ayrı, bağımsız varlık değildir. Beden, vakti gelince direnemez ve göçer. Beden göçerken eşini de götürür. O zaman ruh da göçer. Ve hüküm tamamlanır. Çünkü ruhun, beden dışında kendine has hiçbir hayatı yoktur. Özelliği de olmaz.”[18]
Mariye, tüm ayrıksı düşüncelerinden sonra tek bir cümleyle görüşlerini özetler: “Bütün manevi varlıklar, insan düşüncesinin özünden doğmuştur. Gerçek olan insandır.”[19] Bu özet cümle, Mariye’nin maneviyatı başka bir boyuta taşıması olur. Ona göre gerçek olan yalnızca insandır. İnsanın dışında yer alan tüm uhrevi bilinenler insan düşüncesinin bir ürünüdür. Bu haliyle Mariye’nin düşüncesi maddeci bir düşüncedir.
Serçe Kuşun Gönül Vakti
Timur, Bayezıd’ın hükümdarlığa son vermek adına önünde engel olarak gördüğü Memluk Sultan’ı Berkuk’a karşı savaş açar. Memluk ordusu büyük bir bozguna uğrar. Sultan Berkuk, canını zor kurtarır. İlk fırsatını bulduğu anda savaş alanından kaçar ve Kahire’ye doğru yola çıkar. Timur ise, Berkuk’u elinden kaçırdığı için çok kızgındı. Bir yandan savaşı kazanmanın gururu, diğer yandan da Berkuk’u yakalayıp Memlukluları tamamen ortadan kaldırma fırsatını elinden kaçırmanın kızgınlığını yaşar. Önünde iki ihtimal vardır: Ya Berkuk’un peşine düşüp Kahire’yi kuşatır ya da Osmanlı’nın üzerine yürür. Timur, bu ihtimallerden asıl gönlünde olanı, Osmanlı’nın üzerine yürümeyi tercih eder. Bu görevi komutanı Ahmed Mirza’ya verir.[20]
Şeyh Ahlati, Memlukların Timur karşısında tarümar edildiği zamanlarda hastalanır ve yatağa düşer. Hasta yatağında en çok görmek istediği kişi aklına ve gönlünün aydınlığına hayran olduğu Bedreddin’dir. Yine Bedreddin’i yanına çağırdığı bir vakit ona Tebriz’e giderek Timur’la konuşmasını söyler. Çünkü Şeyh Ahlati, Timur’un hırsını görür ve bu hırsın Anadolu medeniyetini yok edeceğini bilir. Bayezıd’ın gözü Avrupa’da olduğu için Timur’’a karşı zafer elde edemeyeceğine inanır. Şey Ahlati, Bedreddin’e:
“Hazırlanın ve lütfen Tebriz’e gidin. Timur’a anlatın ki, Anadolu bir medeniyet bahçesidir. Korunması gerekir. Ama onun ruhunda Cengiz Han özentisi var… Yakarak, yıkarak vardığı hiçbir topraktan hayır gelmez.”[21]
Şeyh Ahlati, “Anadolu bir medeniyet bahçesidir.” derken yalnızca İslam ve Türk medeniyetinden bahsetmez. Bahsettiği tüm dinler ve kültürlerin beşiği durumunda olan Anadolu medeniyetidir.
Serçe Kuşun Cengi
Memluk ordusunu yenilgiye uğratan Timur, Ankara’da Bayezıd’ın ordusunu da bozguna uğratır. Üstelik Sultan Berkuk’u elinden kaçırdığı için kızgın olan Timur’u bu kızgınlığını tamamen unutturan bir gelişme yaşanır. Savaş sırasında Timur’un askerleri Bayezıd ve şehzadelerini ele geçirir. Bununla yetinmeyip komutanı Ahmed Mirza Bursa’ya kadar ilerleyip Despina’yı da esir alarak Timur’a getirir. Bayezıd’ı ibret-i alem olsun diye kafese kapatıp şehir şehir dolaştırmaya başlarlar. Ancak halkın gözünde savaşın kaybedilmesinden çok Timur’un Despina’nın iffetine dokunup dokunmayacağına dair büyük bir endişe vardır. Çünkü bu kalleşlik gerçekleşirse Osmanlı’nın gururu fena halde incinecektir.
Osmanlı, tam anlamıyla bir bozguna uğrarken Manisa’da gittikçe güçlenen Torlak Kemal ve Karaburun ve Tire bölgesinde taraftar toplayan Börklüce Mustafa bir araya gelirler. Osmanlı’nın bu dağınık durumundan da yararlanıp fikirlerini halka tebliğ etmeyi hızlandırırlar. Bir yandan da Osmanlı’nın gidişatını tartışırlar. Börlüce:
“Asıl önemlisi Timur’un eski beylikleri tekrar başa geçirmesidir. Bu da yetmez. Dört şehzadenin dördü de alır başını giderse Osmanlı tam dört hünkarlı dört ufak yem olur… “[22]
Torlak Kemal ise daha çok bu durumdan nasıl bir yol çizerek halkın lehine bir sonuca çıkacakları ile ilgileniyordu. Börlüce işin biraz daha insani tarafına bakarken Torlak, stratejik yanları ile de ilgileniyordu. Torlak, kendi görüşlerinin halk tarafından ne kadar kabul görürse görsün mutlaka peşinden gidilecek bir lidere ihtiyaç olduğunu belirtiyordu: “Ne sen, ne ben bu halkı sürükleyip götürebiliriz. Bize yol gösterecek birine muhtacız.”[23] Bu düşünceyle kendilerinin, özellikle Börklüce’nin bu önderliği taşıyamayacağını ifade eder. Zaten kendisinin böyle bir iddiası da yoktur; ancak Börklüce tam anlamıyla bir halk önderi olmaya adaydır.
Osmanlı’da bunlar yaşanırken sultan Berkuk, kaybettiği savaştan sonra bir daha kendini toparlayamaz ve kısa süre sonra vefat eder. Oğlu, yani Şeyh Bedreddin’in öğrencisi Ferec tahta geçer.
Börklüce ve Torlak’ın tahmin ettiği üzere Osmanlı’da dört şehzade arasında taht kavgaları başlar. Edirne’yi elinde tutan Süleyman Çelebi ile Musa Çelebi arasındaki savaş Musa Çelebi tarafından kazanılır. Osmanlı için Bursa ile birlikte en önemli iki kentinden birisi olan Edirne’de artık Musa Çelebi hüküm sürecektir.[24]
Sadece şehzadelerin taht kavgalarıyla Osmanlı’daki fetret bitmez. Bir yandan Karaman, Germiyan, Aydın, Saruhan ve Menteşe Beylikleri yeniden kurulur. Bu durum Anadolu’daki Türk birliğini darmadağın eder ve kardeşler arasında nifakı daha da körükler.[25]
Tüm bu karışıklıklar yaşanırken Şeyh Bedreddin Şeyhinin isteği üzerine Tebriz’e gider. Burada seferden dönen Timur’u bekler. Timur şehre girdiğinde tüm ulema el pençe divan hizaya geçer. Yalnız arkalarda bir kişi dimdik, eğilip bükülmeden ayakta bekler. Timur, bu farklılığı görür ve adını sorar. Bunun üzerine Şeyh Bedreddin kendisini tanıtır. Timur, kendisinin namını işittiğini belirtir. Akşamleyin ise tüm ulema sınıfı Timur’un sofrasına konuk olmak istediklerini iletirler. Timur ise, yalnızca Bedreddin’in gelmesinin yeterli olacağını belirterek Bedreddin’in hem İslam dünyasındaki önemini, hem de Timur’da bıraktığı etkiyi kanıtlar.[26]
Timur, Bedreddin’e öncelikle Despina’ya onur kırıcı bir davranışta bulunmadığını anlatır. Çıkan dedikoduların kendisini de çok üzdüğünü belirtir. Ayrıca Bedreddin’den kendisiyle birlikte kalmasını ve kendisine büyük hürmet duyulacağını belirtir. Şeyh Bedreddin, teklifi nazikçe geri çevirir. Timur, Bedreddin’e:
“Dilediğin an, dilediğin yöne dön. İstediğin yere var, istediğini yap. Eğer bir gün şu ihtiyara bir himmetin olsun istersen hemen dön. Seni başında taşıyacak bir gönül tahtı olduğunu unutma…”[27]
Serçe Kuşun İkinci Siyahı
Şey Bedreddin ilk acısını eşi Cazibe’nin ölümüyle yaşarken ikici acısını da gölgesine sığındığı Şeyh Ahlati ile yaşar. Şeyh Ahlati’nin ölümü herkeste olduğu gibi Şeyh Ahlati’de de derin bir üzüntü yaratır. Üstelik Şeyh Ahlati’nin ölümü Bedreddin’e daha ağır bir sorumluluk yükler. Artık Ahlati tarikatının şeyhi Bedreddin’dir. Şeyh Ahlati, ölmeden önce Mariye’yi Bedreddin’e, Bedreddin’i Mariye’ye emanet eder. Bu son konuşmasında tüm dervişlerini toplar ve halifesin Bedreddin olduğunu açıklar: “Halifem Şeyh Bedreddin’dir… Bundan böyle dediğim her şey, size ondan gelecektir…”[28]
Şeyh Ahlati’nin ölümü yalnızca Mısır’da etki yaratmaz. Tire’de giriştikleri mücadelede mevziler elde eden Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa’da büyük bir hüzün yaratır. Bu iki halk önderi de itikat olarak Ahlati’ye bağlı kişilerdir. Artık bu iki kişinin kaderleri Şeyh Bedreddin ile birleşme yolunda bir adım daha atılmış olur. Çünkü bağlı bulundukları tarikatın şeyhi Bedreddin olur.
Serçe Kuşun Bu Göç Vakti
Şeyh Bedreddin, Mısır ve Tebriz’in ardından Ahlati tarikatının şeyhi olarak dağılmaya yüz tutmuş Anadolu’ya gelir. Şeyhinin medeniyet bahçesi dediği Anadolu’da kendisini yeni çağıran bir gizil kuvvet vardır. İsyan bayrağının açılıp oldukça mevzi kazandığı Tire’ye Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in davetiyle gider. Yanında Mariye vardır. Tire halkı, Şeyh Bedreddin’in gelişini ilahi bir durum olarak algılar. Karakoyunlu bu durumu şu şekilde ifade eder:
“O gün Tire’de meraklı bir bekleyişin sabrı vardı. Kentin talihi yaver gitmiş ve günlerdir süren yağmur bıçakla kesilmiş gibi durmuştu. Bu itibarlı durum, Şeyh Bedreddin’in gelişini kutsayan bir tanrısal lütuf olarak yorumlanmıştı.”[29]
Börklüce’nin Şey Bedreddin’e ilk tutkusu İznik’te başlar. Daha önce Şeyh Bedreddin’in ruhunun derinliklerinde adalet ahlaki ve eşitlik terbiyesi olduğunu fark edip meftumu olur. Börklüce, bir mürid terbiyesiyle Şeyh Bedreddin’e bağlanır. Börklüce’nin Ege coğrafyasında anlattığı her şey Şeyh Bedreddin’den aldığı feyzin sonucudur. Halk ise, peygamberi bir dille Börklüce Mustafa tarafından kendilerine tebliğ edilenlerin arkasından gitmeye başlar:
“İznik’ten Aydın’a geldiğinde yüreğinde ve zihninde bir heybetli Bedreddin getirmişti. Börklüce Mustafa kadar, söyledikleriyle tesir yaratan bir kimse görülmemişti. Bedreddin’in İznik derslerini, kendi ruhunun ilaveleriyle zenginleştirerek Aydın ilinin köylerinde aktarıyordu. Aydın’da Yahudiler; Urla’da, Karaburun’da, Sakız’da Rumlar ve Müslümanlar, adeta bir peygamber ardına düşmüş gibi Börklüce’nin arkasında gidiyorlardı.”[30]
Şeyh Bedreddin, gece Börklüce’nin evine konuk olur. Konuşmalarında emeğin ilahi değil, insana yakışan en değerli varlık olduğunu söyler. Toprağın ise, Tanrı’nın verdiği bir nimet olduğunu belirterek insanların neden buna sahip olmak için zorladığını sorgulayarak birlikte üretip birlikte yemenin gerekliliğinden bahseder. Bu sözleriyle Börklüce Mustafa’nın iltifatını bir kat daha kazanmış olur.
Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa Tire’den sonra Sakız’a geçeler. Sakız meydanında mahşeri bir kalabalık vardır. Çünkü Maona şirketiyle yıllık anlaşma yapılmaktadır. Tüm Sakızlılar şirketin ağasının elini öperek üç kuruş karşılığı açlık fermanlarına imza atmaktadırlar. Böyle bir ortamda Bedreddin, Mariye, Börklüce ve Torlak Kemal meydana varır. Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa atılan imzalara engel oldular. Önce Börklüce Mustafa konuştu:
“Hiç kimse başkasını fakirleştirmeden zenginleşemez. Bunu görmezlikten gelmek insan izzetine aykırıdır. Dinleyin ve belleyin. Yârin yanağından başka her şeyimiz ortaktır.”[31]
Daha sonra kürsüye Şey Bedreddin çıkar ve hayatında ilk kez bu kadar kalabalık bir topluluğa hitap eder:
“Ağa dediğin tanımında mekanın ve zamanın farkı yoktur. İster dağda vurduğun geyik, ister denizde tuttuğun balık, ister tarlada biçtiğin buğday, ister örste dövdüğün demir olsun; hepsinin verdiği imkanlar senin verdiğinin karşılığıdır… Böyle olunca anlarsın ki, yaratılanın sırları emekte gizlidir… Sen emeğine saygı duyarsan, o sana daha çok saygı duyar. Emek artık senin için kutsallaşır.”[32]
Şeyh Bedreddin, bu konuşmasıyla insanları emekleri için mücadele etmeye çağırmış olur. Artık halkın sonuna kadar arkalarında yürüyecekleri saygın bir önderleri ortaya çıkar. Börlüce ve Torlak’ın mücadeleci ruhlarının yanında Şeyh Bedreddin’in itikadi ve alimliği halk hareketi oluşturmak için yeterli unsur gibi gözükmektedir. En azından Torlak Kemal buna inanmaktadır. Torlak Kemal, Börklüce’ye halk hareketini yönetebilmek adına kendilerinin Şeyh Bedreddin’in ardına düşmeleri gerektiği bahsini açar. Her iki yoldaş da Bedreddin’de bekledikleri büyük mücadele azmini görmezler; ancak halkın ona nasıl gıpta ile baktığını da gözlerinde kaçırmazlar. Börklüce’nin eşi İsabella, kendilerinin bunca cefayı çektikten sonra Şeyh Bedreddin’i lider olarak kabul etmelerini istemez. Ancak Torlak Kemal: “Bugün meydandakilere baktım. Bizi dinleyen de azdı, anlayan da… Fakat o üç cümle söyledi herkes kulak kesilip dinledi. Öyleyse fikir bizim olsa bile önderimiz o olmalı…”[33] diyerek fikrini açıklar. Börklüce Mustafa da Torlak’a katılır “Halk artık bizi değil onu işin önderi sayar. O yürüdükçe asıl yürüyen biz oluruz… Milletin şifa bulmaz derdi çok. Ama yolunu gösterecek adamı yok. Bedreddin bu işin biçilmiş kaftanıdır.”[34] der ve artık Ege diyarının emekten yana halk hareketinin fikirsel önderi Şeyh Bedreddin olur.
Serçe Kuşun Teshil’i
Şeyh Bedreddin, Ege’den ayrıldıktan sonra Sultan Musa Çelebi’ye merkez olan Edirne’ye döner. Yıllar önce Edirne’den ayrılırken sıradan bir insan olan Bedreddin, geriye döndüğünde tüm İslam dünyasında müritleri olan bir tarikatın itibarlı genç lideri olarak geri döner. Sultan Musa Çelebi, Şeyh Bedreddin büyük bir saygıyla karşılar. Saygıyla da yetinmeyip Şey Bedreddin’i Kazaskerlik payesiyle taçlandırır. Sultan Musa Çelebi, Şeyh Bedreddin’i ilk gördüğünde konuşmasına izin vermeden doğrudan düşüncesini belirtir:
“İstedik ki Şeyhimiz Bedreddin Hazretleri memleketimizin nizamında hukukun hakkını versin. İlmiyle, irfanıyla bizi haksız olmaktan korusun. Şeyhimiz, efendimiz, artık devletimizin Kazaskeridir…”[35]
Sultan Musa Çelebi, daha sonra kadıların tayinin de Şeyh Bedreddin’in elinde olduğunu belirterek Şeyh Bedreddin’in iyiden iyiceye şaşırttı. Bu ikinci yetkiden sonra Şeyh Bedreddin, işin ciddiyetini daha da kavrayarak adalet kavramının en büyük düşmanın keyfilik olduğunu belirtir. Buna ek olarak en büyük tehlikenin de Sultan’ın keyfinin en büyük tehlike olduğunu belirterek bunu engelleyecek yegane çare sağlam bir nizam olduğunu belirtir. Bunun da yolu bu sağlam nizamın hükümlerinin yazılı hale getirilmesidir. Herkesin huzurunda belirttiği düşüncelerinin ardından yazar tarafından Şeyh Bedreddin’in ruh dünyası şu şekilde tarif edilir:
“Bedreddin’in ruhu rahattı. Rumeli’de kurulan Osmanlı Devleti’nin yeni yönetiminde yeni düzene ihtiyaç olduğunu biliyordu. Bunu halkın huzurunda Sultan’a, Sultan’ın huzurunda da halka söylemişti. Artık halk da, Sultan da bu devletin teşkilata, bu teşkilatın da nizama ihtiyacı olduğunu öğrenmişti. Bedreddin, bu ihtiyacın hükümlerini yazacaktı.”[36]
Şeyh Bedreddin, aldığı görevi yerine getirmek adına hemen işe koyulur. Bu amaçla “Teshil”i yazmaya başlar. “Teshil, İslam’da devletin ilk teşkilat-ı esasiyesi olacaktır.”[37] Şeyh Bedreddin’in düşüncesine göre “Teshil” kolaylık olacaktır. Bu sayede devletin işleri daha da kolaylaşacaktır.
Şeyh Bedreddin, Edirne’ye varıp vaazlarını verirken bir toplantı da Börklüce Mustafa’yı da görür. Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ile aldığı karar sonucunda Şeyh Bedreddin’in peşinden gider. Böylece halk da onların peşinden gelecektir. Aynı toplantıda Şeyh Bedreddin bir ilk yaparak dışarda bekleyen kadınları içeri alır ve vaazını kadın erkek karışık bir topluluğa verir.[38]
Şeyh Bedreddin’in bu iyi günleri çok uzun sürmedi. Mehmet Çelebi ile giriştiği harbi kaybeden Musa Çelebi esir düşer ve Edirne Mehmet Çelebi’nin eline geçer. Bu son savaşla birlikte taht kavgasına düşen dört şehzadeden üçüncüsün ölümüyle biter. Artık Fetret Devri kapanır ve Osmanlı’da tek sultan Mehmet Çelebi olur.[39]
Şeyh Bedreddin, Musa Çelebi’den aldığı görevle yazdığı Teshil’i Mehmet Çelebi’ye teslim eder ancak Mehmet Çelebi buna pek aldırış etmez. Üstelik Şeyh Bedreddin’i lütuf gibi gözüken İznik’e sürgüne göndermeye karar verir.[40] Tam bu zamanlara denk gelen bir gün Börklüce Mustafa, üç adet badem çaldı diye ağanın adamları tarafından öldürülen bir çocuğun acısıyla kızgın bir halk kitlesine kendi yazdığı “Tasvirü’l-Kulûb”[41]un önsözünü özetleyerek Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerden oluşan topluluğu etkiler. Yanı başında eşi İsabella, bir yanda Torlak Kemal vardır. Edirne halkı suspus olmuş Börklüce’yi dinlemektedir. Tam bu anda Şeyh Bedreddin de oradadır. Tabi, Mehmet Çelebi’nin hafiyeleri de oradadır. Şeyh Bedreddin, Börklüce’nin söyleyeceklerini can kulağı ile dinler:
“Köylüler! Irgatlar! İşçiler! Osmanlı’nın yoksul dervişleri…
Adalet sadece Allah’ın takdirine bırakılamaz. Eğer hüküm sizin saf vicdanınızda varlığını hissettiriyorsa ona adalet denmez.
Eğer her şey Allah’ın adaletine kalıyorsa, mülkün adaleti ne işe yarıyor?
Ektiğin toprak senindir.
Diktiğin ağaç senindir! İçtiğin su senin…
Toprağın da, suyun da, denizin sahibi sensin… Benim… O… Toprakta, suda, havada hepimizin ortaklığı var. Ortaklığa bizden başka kimsenin sahipliği yoktur. Göz koyan olursa hakkımızı korumak için birlikteyiz. Devlet bile el süremez. Devletli dediğin ise hiç süremez…
Ezilmiş insanın cinsiyeti yoktur. Kadını da erkeği de çalıştığını kölesi olur. Bu yetmez, nafakasız kalmış çocukları da köle sayılır. Bu da yetmez; takatsiz anası, çaresiz babası da köledir. Köle olanın düşüncesinde merhamet varsa, çare yoktur.
Alnınızın terini alın. Almanıza engel olanların ne atlısı, ne yasası gözünüzü korkutmasın…
Yârin yanağından başka her şey ortaktır…”[42]
Börklüce Mustafa’nın bu nutku, Edirne’de Mehmet Çelebi’ye karşı açılan isyan bayrağının ilk vakıasıdır. Sonrasında Börklüce ve Torlak Kemal arkalarına Şeyh Bedreddin’in fikirsel ve ruhani desteğini de alarak Ege’ye dönerler ve geniş halk yığınları üzerinde örgütlemeye başlarlar. Şeyh Bedreddin ise İznik’e sürgün edilir. Ancak bir yandan gözü kulağı Börklüce ve Torlak’tadır. Yurdun birçok yerinden Şeyh Bedreddin’e bağlılık mesajları gelir. Osmanlı’nın merkezi Edirne’de pek çok kişi Şeyh Bedreddin’in Edirne’ye gelerek Osmanlı tahtına oturmasını ister.
Serçe Kuşun Sonbaharı
“Bedreddin artık eski Bedreddin değildi. Hakça bir düzen kurmak için Osmanlı tahtına oturma niyetindeydi. Musa Çelebi’yi görmüştü. Şimdi önünde Mehmet Çelebi vardı. Geriye dönüp baktığında Berkuk karşısında gayretli bir kölenin sultan oluşundaki azim ve ısrar vardı. Hafızası, Timur’un zengin ve haşin hatıralarıyla yüklüydü. Hepsini bir tahtın başına getiren farklı nedenler vardı.”[43]
Şeyh Bedreddin, çok güçlü hissediyordu kendini. Neden tahta oturmasın ki? Üstelik hakça bir düzen istiyordu ve onun peşinden gelen Börklüce ve Torlak gibi halk için canını feda edecek insanlar vardır. Mariye de Şeyh Bedreddin’e hak verir: “Aklınızdan geçen devletin düzenini kurmanız için Osmanlı’nın tahtında olmalısınız. İki kolunuz var. Sağınızda Börklüce, solunuzda Torlak Kemal… Ve onların hükmettikleri var… Sayıları on bini aşmış diyorlar…”[44] Ancak Mariye, Bedreddin’e göre daha stratejik düşünür. Şeyh Bedreddin’in fiilen savaşa katılmasını istemez ve başkalarının başlatacağı savaşta kazanmak kesinleşinceye kadar doğrudan savaşa müdahil olunmasını istemez. Tabi, başkaları diye bahsettiği kişiler Börlüce, Torlak ve onların taraftarlarıdır. Mariye’ye göre önce Börklüce başkaldırmalı, sonra Torlak Kemal ve en son Şeyh Bedreddin hareket geçmelidir. Üç koldan Edirne’ye yürüdüklerinde hedeflerine ulaşacaklarına inanır ve Şeyh Bedreddin’i de inandırır. Çünkü Şeyh Bedreddin’e kalsa Edirne’de gördüğü kötü muamelenin de etkisiyle bir an önce isyanı başlatıp başına geçmek ister.[45]
Sultan Mehmet Çelebi, yurdun dört bir yanından aldığı haberlerden dolayı uykusuz geçeler geçirmektedir. Manisa’da Torlak Kemal, Aydın’da Börklüce Mustafa etrafına topladıkları binlerce kişilik orduyla Sultan’ın üstlerine gönderdiği iki orduyu da yenilgiye uğratır. İskender Paşa ve Timurtaşzade Ali Bey’in ordusunu perişan eden Börklüce’nin namı tüm Anadolu ve Rumeli’ye yayılır. Ülkenin her yerinde Manisa ve Aydın’dan gelecek habere umut bağlamış durumdadır. Bu durumun farkında olan Sultan Mehmet Çelebi, halkın Edirne’deki saraydan ümidini kestiğini anlar ve bu duruma bir nihayet vermek gerektiğini düşünür. Oğlu Şehzade Murat’ı ve tüm savaşlarda onun yanında olan Osmanlı’nın en güçlü paşası Sadrazam Bayezıd Paşa’yı yanına çağırır ve Ege’ye başkaldıranların üstüne birlikte bir sefer düzenlemelerini ister. Yazar, Sultan’ın kabusu dediği durumu şu şekilde tanımlar:
“Neydi bu kabus?
Eziyet ve haksızlıktan bıkmış dört bin kişilik silahlı fakirin fukaranın kulağı Manisa’da Torlak Kemal’in emrindeydi. Ne derse yapmaya hazır bu geniş ve yürekli savaşçının hakkından gelmek öyle sanıldığı gibi kolay değildi. Börklüce geniş bir gönüllü ordusu kurmuştu.”[46]
Acımasız ve gaddar Bayezıd Paşa ve Şehzade Murat’ın Börklüce’nin üstüne yürüdüğü haber İznik’te Şeyh Bedreddin’ ulaştığında bunun son savaş olacağını anlar ve hazırlıklarını yapmaya başlar. Börklüce’nin bir kez daha kazanacağı zafer Edirne’nin kapılarını Şeyh Bedreddin’e açacaktır. Diğer bir yandan da Edirne uleması Sultan’ın huzuruna çıkarak Şeyh Bedreddin’in bağışlanıp Edirne’ye kabul edilmesini isterler. Şeyh Bedreddin namı o kadar abartılarak Edirne’ye kadar ulaşır ki, peygamber katına erdiğine inanların sayısı hiç azımsanacak gibi değildir. Bu isteği duyan Sultan Mehmet Çelebi adeta çılgına döner ve oturduğu yerden bir hışımla kalkıp gider.[47]
Savaş kapıya dayanınca saflar da belli olmaya başlar. Torlak Kemal’in çocukluk arkadaşı Haham Aron, emrindeki bin kişilik Yahudi ile Torlak Kemal’e katılır. Torlak Kemal’in de asıl ismi Samuel’’dir ve Yahudi bir ailenin çocuğudur. Çocuk yaşta Müslüman olur ve Bektaşi dergahına girer. Torlak Kemal’in Yahudi bir aileden geliyor olması Manisa yöresinde yaşayan çok sayıda Yahudi tarafından desteklenmesine sebep olur.[48]
Şeyh Bedreddin’in Edirne’de tahta oturması için Börklüce ve Torlak Kemal tarafından tüm planlar kusursuz bir şekilde hazırlanır. Şeyh Bedreddin, kafasında tüm planlarını hazırlar:
“Börklüce, İskender Paşa’yı ve Ali Bey’i yenmiş, ne kadar güçlü ve etkili bir orduya sahip olduğunu göstermişti. Şimdi Torlak Kemal’in ordusu da destek olacaktı. Böylece Şehzade Murad’ın ve Bayezıd Paşa’nın akıbeti artık aşikardı. Sonu belli bir diklenmenin diz çöktürüldüğü manzarayı seyredip yola çıkmayı planladı. Önce Deliorman’da kendisine bağlıların oluşturduğu geniş ordunun başına geçerek, oradan Edirne üzerine yürüyecekti.”[49]
Savaşın başladığı sabahı, Karakoyunlu şu şekilde tasvir eder: “Bir hilkat sabahıydı. Yer siyah, gök siyahtı.”[50]
Bayezıd Paşa, savaş alanına varmadan önce tüm köylere girer ve yalı, kadın, çocuk demeden önlerine kim gelirse kılıçtan geçirtir. Bayezıd’ın askerleri, girdikleri köylerde evleri ateşe verip dışarı çıkan olursa köy meydanına toplayıp kılıçtan geçirirler.[51]
Savaşlarda daha önce rüştünü pek çok kez kanıtlayan Bayezıd Paşa, Börklüce’nin hazırladığı planı altüst ederek isyan ordusunu tarümar eder. Üstelik Börklüce’nin dağılan ordusundan kimsenin kaçmaması için tüm noktaları kapatır ve herkesi keklik gibi avlarlar. Geri çekilen Börklüce’nin ordusu Bülmüş Boğazı’ndan geçerek Sakız’a kaçmayı planlarlar; ancak burada da tuzağa düşerler ve ölmekten başka çare kalmaz ve ölürler de. Börklüce Mustafa, Bayezıd’ın okçuları tarafından ele geçirilir. Tam okçular tarafından öldürüleceği sırada Bayezıd Paşa okçuları durdurur ve Börklüce’nin kafese koyularak esir alınmasını ister. Börklüce’nin altı bin kişilik ordusundan yalnızca iki yüz kişi esir alınarak canlı çıkar. Büyük bir kırım yaşanır.[52]
Diğer bir taraftan Torlak Kemal, Börklüce tarafından tepelenip Tire tarafına sürülecek Osmanlı ordusunu bekliyordu. Son darbeyi Torlak Kenal’in emrindeki dört bin kişilik ordu vuracaktı. Ancak böyle olmadı. Börklüce’nin yenilgisi ve esir edilişi haberi gelir. Torlak Kemal, arkadaşı Aron’un da tavsiyesiyle Manisa’ya çekilmeye karar verir.[53]
Esir edilen Börklüce, Şeyh Bedreddin taraftarlarına bir ders vermek adına Ayasuluğ’a getirilir. Ayasuğ’da meydan kafes içinde getirilen Börklüce’yi görünce iniltiler içinden kıvranır. Herkesin önünde Zeyniye Şeyhi Şahabeddin, Börklüce’yi nifaktan vazgeçip fenafillaha sığınmaya davet eder. Bunun üzerine gözleri kapalı olan Börklüce Mustafa gözlerini açarak: “Gözlerimi sana ayıp olsun diye kapatmadım. Fenafillah denince biz makamlardan vazgeçmeyi anlarız. Hiç makamımız yoktur. Talep de etmeyiz. Dileğimiz sadece adaletin elidir ki bize de adil olsun…”[54] der. Böylece son anlarını yaşayan Börklüce, boyun eğmeyeceğini belli eder. Ak libaslı esir mürüdleri hep bir ağızdan kendilerine öğretilenleri tekrarlar:
“Bizim yurdumuz Karaburun etrafıdır. Mülkümüz hepimize ortaktır. Yârin yanağı bizimdir. Gerisinde hepimizin hakkı ve emeği vardır.
Hepimiz mülkün ortağıyız. Bu ortaklıkta keyif de acı da eşit sayılır. Bizde toprak bizimdir. Ekeriz, biçeriz. Ürün ortak malımız olur. Malın sahibi yoktur. Torak da bizim, su da bizimdir…”[55]
Öleceği aşikar olan ak libaslı müridlerin hala Börklüce’den öğrendiklerini tekrarlamaları inançlarının ve adanmışlarının keskinliğidir. Meydanda toplanan kalabalığın arasından saçları kazıtılmış, simsiyah giyinmiş bir kadın çıkar. Bu kişi İsabella’dır. “İriş Dede Sultan! İriş…” diyerek Börklüce’ye sarılmak için koşar. Ancak zulmün binbir çeşidini bilen Bayezıd’ın askerlerinin kılıcı kellesine iner ve Börklüce yolunda canını feda eder. Bunun üzerine hareketlenen ak libaslı müridler hep bir ağızdan bağırırlar: “İriş Dede Sultan! İriş…”. Tüm hazırlıkları daha önceden yapan Bayezıd Paşa’nın askerleri kılıçlarını çıkarırlar ve ak libaslıların gövde üstünde baş bırakmazlar. Bu sırada kara sakallı birisi öne çıkar ve Börklüce’nin yanına doğru yürüdü: “Gavurdur bu! Asılmak Müslümanlar içindir. Gerin bu kafiri çarmıha…”. Ve söylenen yapılır. Börklüce Mustafa’yı iyice itibarsızlaştırmak adına önceden Bayezıd Paşa tarafından hazırlanan tezgah hayata geçirilir. Elle ve ayaklarından bir çarmıha çivilenen Börklüce, getirilen bir deveye bağlanır. Bunu yaparken Börklüce çırılçıplak soyulur. Sonunda Karaburun İsyanı’nın mimarı, Osmanlı sultanı Mehmet Çelebi’nin kabusu, halkım umudu Börklüce Mustafa öldürülür.[56]
Diğer bir yandan Torlak Kemal’in ordusu Manisa’ya çekilirken yavaş yavaş dağılır. Torlak Kemal’in direnişi ikinci gününde kırılır. Tüm adamları kılıçtan geçirilir. En yakın arkadaşı ile birlikte asılarak idam edilirler.[57]
Şeyh Bedreddin, Deliorman’a varır. Kaynarca’da irili ufaklı birçok dergahta saklanır. Kendisi de sonradan Müslüman olup Hristo olan ismini Abdal İsa olarak değiştiren dayısının yanında bir müddet saklanır.[58] Sultan Mehmet Çelebi, Şeyh Bedredin’i yok etmeden bu savaşın biteceğine inanmaz. Bir de Şeyh Bedredin’in Edirne’ye yaklaşması onu iyice korkutur ve çok güvendiği adamı Elvan Paşa’yı onu yakalamakla görevlendirir. Sonuca ispiyoncularında yardımıyla Şeyh Bedreddin, Elvan Bey, Mihailoğlu ve Bertaz Murtaza tarafında tuzağa düşürülüp yakalanır ve Edirne’ye getirilir.[59]
Edirne’de meydanda darağacı hazır bir şekilde Şeyh Bedreddin karşılanır. Sultan Mehmet Çelebi de meydana gelir. Ancak halkta büyük bir öfke vardır. Dört bir yandan Sultan’ın ve Elvan Paşa’nın çevresini sararlar. İçlerinden bir ses: “Fetvasız kazasker asıldığı ne zaman görülmüştür?” diye sorar. Hem bu sözün doğruluğu, hem de halktaki öfkeden dolayı Bedreddin’in divan kurulup yargılanacağı söylenir ve oradan alınıp hücreye götürülür.[60]
Sultan Mehmed Çelebi, Şeyh Bedreddin’in ölüm emrini vermediği için çok büyük bir rahatsızlık duyar. Ancak onun zamanına kadar Osmanlı töresinde sorgusuz sualsiz kazasker asıldığı görülmemiştir. Ancak önemli bir mesele vardır: Şeyh Bedreddin’i sorgulayıp ölüm fermanını verebilecek kişi kim olacaktır ve buna kim cesaret edebilecektir. Çevresindekilere danışır ve Heratlı Mevlana Haydar’ın bu iş için uygun isim olduğuna karar verilir. Heratlı Mevlana haydar, Şeyh Bedreddin’in hücresine gider ve sabaha kadar sorgular; ancak ölüm fetvasını veremez. Bunun üzerine Şeyh Bedreddin kendi ölüm fetvasını verir: “Kanı helal, malı haramdır.”[61]
Gardiyan da bir Bedreddin müridi çıkar. Mariye’yi içeri alır ve Şeyh Bedreddin ile görüştürür. Daha sonra yanına gelerek ak libaslıların sarayın etrafını sardığını ve kendisinin çıkmakta özgür olduğunu söyler. Şeyh Bedredin kabul etmez ve kaderin sadece bu dünya için var olmadığını söyler.[62]
Tüm hazırlıklar yapılır ve ertesi gün Şeyh Bedredin’i darağacına getirirler. Saray muhafızlarından birisi “İnfaz yetmez! İbret gerekir…” der. Çırılçıplak soyulur. Cellat tekmeyi vurur. Mariye, kimseye aldırmadan darağacına çıkar ve başında sırma işlemeyle Bedreddin’in edebini örter ve Şeyh Bedreddin’in son sözlerini işitir:
“Beni kara toprakta değil, hakikati anlamış insanların yüreklerinde arayın…”[63]
SONUÇ
Başlarken özetini verdiğimiz György Lukacs’ın tarihsel roman tanımını biraz açarsak, Lukacs’ın kendi ağzından tarihsel romanın ortaya çıkışı şu şekilde nakledilebilir:
“Tarihsel roman, günümüz toplumunun problemlerinin gerçekten anlaşılmasının ancak tarihsel evveliyatın, şimdiki toplumun ortaya çıkışının anlaşılmasıyla mümkün olabileceği hissidir. Yani hayat anlayışının tarihselleştirilmesinin, günümüz toplumsal problemlerine yönelik artan tarihsel kavrayışın şiirsel ifadesidir.”[64]
Tarihin edebiyatın alanına girmesi aslında insanlığın doğrudan geçmişini anlama ve bu geçmişten yola çıkarak yaşadığı günü anlamlandırma ihtiyacındandır. Ünlü tarihçi E. H. Carr, tarih hakkında şöyle der:
“Geçmiş, bizim için bugünün aşığında anlaşılabilir ve bugünü tümüyle ancak geçmişin ışığında anlayabiliriz. İnsanın geçmiş toplumu anlamasını ve bugünün toplumuna daha çok egemen olmasını sağlamak tarihin çifte işlevidir.”[65]
Bu bilgilerden yola çıkarsak Yılmaz Karakoyunlu’nun “Serçe Kuşun Sonbaharı” adlı romanını tarihsel roman olarak kabul edebiliriz. Öncelikle yaşanmış tarihi dönemleri konu edinen roman, daha sonraki yıllarda kaleme alınarak bulunduğu tarih diliminden geçmişe bakar. Bunun dışında romanın geçtiği dönemler Türkiye siyasi tarihi açısından çok önemli olayların gerçekleştiği dönemlerdir; bu yüzden bu dönemleri anlamak ve anlamlandırmak hem Karakoyunlu’nun romanı yazdığı 2000’li yıllar için, hem de günümüz için çok önemlidir. Yılmaz Karakoyunlu da bu bilinçle hareket ederek romanında dönemin en önemli siyasal ve toplumsal mevzularına yönelerek karakterleriyle yaşanan bu siyasi olayları anlamaya çalışır. Kahramanlar, olayları anlamaya çalışırken okuyucuyu da geçmişten hareketle yaşadığı dönemi anlamak adına birçok soruyu kendine sorar. Tüm bunlar romanı, tarihsel roman yapar.
Şeyh Bedreddin’in yanında Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’i romanın ana kahramanları sayabiliriz. Bu kahramanlar dönemin tipik kahramanları değildirler; ancak Lukacs’ın problematik kahraman[66] olarak tanımladığı “eski değerlere bağlı kalmış, yeni değerlere ayak uyduramayan ve inandığı değerlerin ayaklarının altından kayıp gittiğini düşünen” kahraman tipi tanımına da uymazlar. Çünkü dönemin değerleri ve eski değerlerle barışık olmayan, tam aksine ilerici kahraman tipleridirler. Şeyh Bedreddin, fıkıh ile başladığı eğitimini tasavvuf ile ilerletir ve daha sonra eşitlik ve kardeşlik çerçevesinde bir düşünsel noktaya ulaşır. Börklüce Mustafa, her daim devrimci ve bulunduğu toplumun çürümüş ve köhneleşmiş sistemini kabul etmeyen ve insanları bu konuda uyaran ve karşı çıktığı her şeye karşı birlikte mücadele için örgütleyen bir kişiliği vardır. Torlak Kemal ise fikirden daha çok eylem adamıdır. Daha en baştan beri silahlanma ve haksızlığa karşı halkın kendi savunma gücünü kurmasından yanadır. Torlak Kemal’in tek düşünsel katkısı halk hareketini yönetebilmek için düşünsel bir öndere ihtiyaç olduğunu en baştan beri bilmesi ve bunu Börklüce Mustafa’ya önermesidir. Bu üç kahramanın birleştikleri nokta ilerici ve devrimci olmalarıdır. Hatta feodal bir toplum yapısında imparatorlukların hüküm sürdüğü coğrafyada sosyalist bir toplum hayali kurmalarıdır. Temelde Börklüce Mustafa’nın geliştirdiği toplumcu fikirler önce Torlak Kemal’i, ardından da Şeyh Bedreddin’i etkiler. Bu açıdan bakıldığında Şeyh Bedreddin’in peşinden giden bu iki kahraman aslında düşünsel olarak Börklüce Mustafa’nın geliştirdiği fikirlerin savunucusudur.
Karakoyunlu, tarihsel olayları ne kadar doğru bir şekilde ele aldığı tartışılır ve buna kesin bir cevap vermek de zordur. Carr, bu konuda tarihçilerin dahi genellemeler yapabileceğini belirtir.[67] Tarihçinin bile yaptığı bu genellemeleri sanatçısın tarihi bir olayı ele alırken daha fazla kullanması doğaldır. Bu sebeple Karakoyunlu, tarih kaynaklarına “Karaburun İsyanı” diye giren olayın açıklamasını ana kahramanlar ve birkaç karakter üzerinden tarif eder. Bu durum şüphesiz tüm sebepleri ayrıntılarıyla ortaya koymaz; ancak roman okuyucusu için Osmanlı siyasi tarihinde önemli bir yer tutan Fetret Devri ve Karaburun İsyanı büyük bir ilgi odağı haline getirilir. Gerisi tarih araştırmalarının konusu olur.
Yazarın romanda kullandığı kaynaklara bakıldığında Osmanlı tarihçisi diyebileceğimiz vakanüvisleri pek baz aldığı söylenemez. Onlara bakmış olsa Şeyh Bedreddin için çok farklı bir tablo ortaya çıkardır. Genel olarak Cumhuriyet’ten sonra yapılan bağımsız tarih araştırmalarını göz önünde tuttuğu söylenebilir. Bu araştırmaların kaynakları da genel itibariyle Bizans tarihçelerine dayanmaktadır. Şeyh Bedreddin hakkında bilinen bazı bilgiler ölümünden epey sonra torunu tarafından kaleme alınan bilgilerdir.[68]
Şeyh Bedreddin ve Karaburun İsyanı, bizim edebiyatımız için önemli bir yerdedir. Nazım Hikmet’in “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı”[69] ve Hilmi Yavuz’un “Bedreddin Üzerine Şiirler”[70] eserleri oldukça ünlüdür. Tarihi olaylar, edebiyatımızda neden bu kadar önemli bir yer tutar? Bu soruya Carr şu şekilde cevap verir:
“’Tarih Nedir?’ sorusunu cevaplamayı denediğimizde, cevabımız bilerek ya da bilmeyerek, zaman içindeki kendi tutumumuzu yansıtır ve daha geniş bir soruya, içinde yaşadığımız toplum hakkında ne düşündüğümüz sorusuna vereceğimiz karşılığın bir parçasını oluşturur.”[71]
Bu açıklamadan da yola çıkarak Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin için destan yazmasının sebebi tarihimizden devrimci bir tutum çıkarma çabasıdır. Çünkü kendi tahayyülendeki toplum için ondan yüzyıllar önce yaşamış Şeyh Bedredin ve Börklüce gibi devrimciler aynı hayali kurarlar. Karakoyunlu’nun da böyle bir tutumda olması muhtemeldir. Anadolu topraklarında ilerici bir damarın her daim var olduğunu kanıtlamak ve geleceğimizin de bu ilerici ve devrimci vakıalara gebe olduğunu anlatmak adına tarihi bir olayı romanlaştırmak son derece mantıklı bir tutumdur.
Marksist sanat anlayışına göre “Maddi hayatın üretim tarzı hayatın toplumsal, politik ve entelektüel süreçlerini belirler.”[72] Buradan yola çıkıldığında Şeyh Bedreddin ve müridlerinin başarıya ulaşamamaları maddi hayatın gerçek bir sonucudur. Yine maddi dünyada olup biteni yine maddi dünyada aramanın gerekliliğinden de yola çıkarak feodal bir toplumda ilkel komünal döneme dönüşün de sosyalist bir toplumu kurmanın da mümkünatı yoktur. Materyalist tarih anlayışında Şeyh Bedreddin’in hiçbir şansı yoktur. Nitekim gerçekten de büyük taraftar toplamasına rağmen başarıya ulaşılamaz. Ancak şartlar ne olursa olsun doğru bildikleri eşitlik ve hakça bir düzen için mücadele eden Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa Türk Marksist edebiyatçıları için çok önemlidir. Nazım Hikmet, bunu ilk keşfeden kişidir.
Yılmaz Karakoyunlu’nun tarihi olaylar çerçevesinde ele aldığı Şeyh Bedreddin’in hayatını ve Karaburun İsyanı’nı da içeren romanı, gerek dönemin tarihsel olaylarını ele alışı, gerek geçmişe bakıldığında günümüz olaylarını sorgulayan bakış açısı ve geleceğin ancak eşitlik ve hakça bir düzenle var olacağını düşündürmesi bakımından tarihsel bir romandır.
KAYNAKÇA
- ALİ, Hafız, Manâkıp-ı Şeyh Bedrüddin İbni Kaadıy İsrail, İstanbul Belediyesi Kütüphanesi Muallim Cevdet Kitapları, K.157.
- ANDERSON, Perry (2004), Tarihsel Materyaliz İzinde (çev. Mehmet BAKIRCI, H. GÜRVİT), İstanbul: Belge Yayınları.
- CARR, Edward Hallet (2006), Tarih Nedir?, çev. M. Gizem Gürtürk, İstanbul: İletişim Yayınları.
- KARAKOYUNLU, Yılmaz (2012), Serçe Kuşun Sonbaharı, 6. b. İstanbul: Doğan Kitap.
- LUKACS, György (2010), Tarihsel Roman (çev. İsmail DOĞAN), Ankara: Epos Yayınları.
- MARKS, K. – ENGELS, F. (2001), Sanat ve Edebiyat üzerine (çev. Murat BELGE), İstanbul: Birikim Yayınları.
- RAN, Nazım Hikmet (2008), Tüm Şiirleri, 4.b. İstanbul: YKY Yayınları.
- YAVUZ, Hilmi, Bedreddin Üzerine Şiirler, Bağlam Yayıncılık.
[1] György Lukacs, Tarihsel Roman (çev. İsmail Doğan), Epos Yayınları, Ankara: 2010.
[2] Yılmaz Karakoyunlu, Serçe Kuşun Sonbaharı, Doğan Kitap, 6. b., İstanbul: 2012, s. 14.
[3] Karakoyunlu, 18.
[4] Karakoyunlu, 20.
[5] Karakoyunlu, 36.
[6] Karakoyunlu, 55.
[7] Karakoyunlu, 74.
[8] Karakoyunlu, 41.
[9] Karakoyunlu, 43.
[10] Karakoyunlu, 59.
[11] Karakoyunlu, 44.
[12] Karakoyunlu, 46.
[13] Karakoyunlu, 61.
[14] Karakoyunlu, 92.
[15] Karakoyunlu, 107.
[16] Karakoyunlu, 122.
[17] Karakoyunlu, 122.
[18] Karakoyunlu, 123.
[19] Karakoyunlu, 124.
[20] Karakoyunlu, 181.
[21] Karakoyunlu, 182.
[22] Karakoyunlu, 209.
[23] Karakoyunlu, 213.
[24] Karakoyunlu, 223, 224.
[25] Karakoyunlu, 232.
[26] Karakoyunlu, 248.
[27] Karakoyunlu, 266.
[28] Karakoyunlu, 263.
[29] Karakoyunlu, 269.
[30] Karakoyunlu, 274.
[31] Karakoyunlu, 292.
[32] Karakoyunlu, 293.
[33] Karakoyunlu, 305.
[34] Karakoyunlu, 306.
[35][35] Karakoyunlu, 309.
[36] Karakoyunlu, 311.
[37] Karakoyunlu, 312.
[38] Karakoyunlu, 314, 315.
[39] Karakoyunlu, 321.
[40] Karakoyunlu, 326.
[41] Karakoyunlu, 325.
[42] Karakoyunlu, 329 – 332.
[43] Karakoyunlu, 338.
[44] Karakoyunlu, 339.
[45] Karakoyunlu, 340.
[46] Karakoyunlu, 342.
[47] Karakoyunlu, 350, 351.
[48] Karakoyunlu, 354.
[49] Karakoyunlu, 355.
[50] Karakoyunlu, 356.
[51] Karakoyunlu, 356.
[52] Karakoyunlu, 359, 360.
[53] Karakoyunlu, 362.
[54] Karakoyunlu, 363.
[55] Karakoyunlu, 364.
[56] Karakoyunlu, 365.
[57] Karakoyunlu, 368.
[58] Karakoyunlu, 369.
[59] Karakoyunlu, 374.
[60] Karakoyunlu, 375.
[61] Karakoyunlu, 382 – 388.
[62] Karakoyunlu, 381.
[63] Karakoyunlu, 389.
[64] Lukacs, 294.
[65] Edward Hallet Carr, Tarih Nedir? (çev. M. Gizem Gürtürk), İletişim Yayınları, 9.b. İstanbul: 2006, s. 64.
[66] Lukacs.
[67] Carr, 79.
[68] Hafız Halil, Manâkıp-ı Şeyh Bedrüddin İbni Kaadıy İsrail, İstanbul Belediyesi Kütüphanesi Muallim Cevdet Kitapları, K.157.
[69] Nazım Hikmet Ran, Tüm Şiirleri, YKY Yayınları, 4.b. İstanbul: 2008, s. 481 – 525.
[70] Hilmi Yavuz, Bedreddin Üzerine Şiirler, Bağlam Yayıncılık.
[71] Carr, 10.
[72] Marks – Engels “Sanat ve Edebiyat Üzerine” (çev. Murat Belge), Birikim Yayınları, 2.b. İstanbul: 2001. S. 9.
Çok güzel bir yazı olmuş. Serçe Kuşun Sonbaharı romanını yeni bitirdim. Acaba bu güzel roman ile ilgili neler yazıldı diye bakarken makalenize denk geldim ve çok isabetli bir yazı olduğunu gördüm. Elinize, kalemize, aklınıza sağlık.