Dudaklarım ve saçlarım otobüs camına yansıdığında bambaşka bir kadın oluyorum. Dudaklarım ürkek, saçlarım cesur… İçimde bir yerde Amel Mathlouthi’nin sesi yankılanmaya başlıyor. Otobüs bozuk yollardan giderken notaların ayak bileğine tutunup hafiften sallanıyorum. Gözlerim kapalı. Zamansız biri olmalıyım diyorum. Zamansız ve zamanın inleyen sızısı.
Şehrin her tarafı karlara bürünmüş, güneş arada bir yüzünü gösterip kayboluyor. Orhan Veli’nin yazdığı birkaç mısraı tekrarlıyorum. ‘Beni bu güzel havalar mahvetti.’ Oysa bu havanın güzel olmadığını biliyorum ama beni mahvetmeye yetiyor. Önümde oturan çocuk elinin tersiyle camı ağır hareketlerle siliyor. Koridor kısmında kalanlar şanssız. Dışarıyı net görmek mümkün değil. Ağaçlara, evlere buğulu taraftan bakmak zorundalar ve ben de onların tarafındayım. Şarkı içimde yankılandıkça, plak gibi dönüp durdukça camlar daha da buğulanıyor. Anlamadığım bir şarkıda bana dair, buraya dair ne çok anlamlar buluyorum oysa. Buradaki insanlar aslında tam da şarkının yankılandığı yerdeler. Hiçbirinin haberi yok.
Yollar beni nihayetinde hiç geçmeyen bir zamana ve o zamanın figürü olan bir mekâna bırakıyor. Önümde onlarca insan… Benim sesimi bastıran bir sesle beraber fakülteye doğru yürüyorum. Figüre dekor olmakta gecikmeyen gözlüklü, şişman bir adam… İnsanlar oturmuş onun anlattıklarını dinliyorlar. Belki de içlerinde serüvenden serüvene atlıyorlar onun haberi bile olmadan. Sanırım otobüsün camından sarsıntılarla geçip giden ağaçlar da bana aynısını yapıyorlar. Kendime en arka sırada bir yer bulup oturuyorum. Derse geç kalmanın hiçbir kaygısı yok içimde. Arkada oturmakla ne iyi yapmışım diyorum. Bu sırada dışarıda kar yağmaya devam ediyor. Üzerimden çıkarmadığım siyah paltomun ceplerine dolduruyorum kar tanelerini. Kalkıp gideceğim her halimden belli olsun istiyorum. Buraya ait değilim. Sesimi kısan, konuşmama müsaade etmeyen bu sınıfta misafirim ve misafirliğim boyunca cebime düşen kar tanelerini sahipleneceğim.
Arka sıranın sahip olduğu ve saçlarımı sıkı örgülerle yücelten gücü bir başka doğrusu. Her ne kadar sınıfta sürekli konuşan adam hâkimiyetin kendine ait olduğunu düşünse de bu güzel düşünce bana mahsus. Bir şey söylemek istesem veya şu an buradakilerin serüvenine bir şarkıyla katılacak olsam herkes bana bakacak ve beni dinleyecek. Çünkü ürkek dudaklar açılınca piramidin şekli bir anda tepetaklak olmaya mahkûmdur.
Şimdi söyle bana içimde sesi yankılanan küçük kız; bu mekân, bu insanlar, bu işlemeyen zaman arasında benim ne işim var? Hele ki herkesin arkasını döndüğü bu arka sırada…
Ders bitince kendimi ölümün pençesindeymiş gibi dışarı atıyorum. Nefes nefese, birazdan boğulacakmış gibi…
Beni buraya getiren otobüsü durakta beklemeye başlıyorum.
Otobüs geliyor.
İçinde Amel Mathlouthi’nin sesini duyuyorum. Gelirken oturduğum koltuk boş ve camlar hala buğulu. Otobüste sessiz bir senfoni bu. Yerime geçiyorum. Bu defa önümdeki çocuk camları silmeye yeltenmiyor. ‘Şimdi oldu’ diyorum kendime. Otobüsteki herkes buğuların ardına gizlenmiş ve bir dahaki seferi bekliyor.