Selam, Asıl Olan Barıştır

0
187
Selam, Asıl Olan Barıştır

Selam kelimesi, İbranicede şalom kelimesi ve İslam sözcüğüyle aynı semantik kökten gelmektedir. Selam, İslam dininde tanrının isimlerinden biri olarak bilinmektedir. Ayrıca tanrının bütün kötülüklerden ve kusurdan uzak olduğuna dair güveni işaret eden bir sıfat olarak kullanılmıştır. Selam kelimesi özü ve manası itibariyle barış ve güvende olma gibi anlamlara gelir.

Tarih boyunca, selam kelimesini insanların kullanma şekli, dini bir ritüel olmaktan ziyade, kültürel bir bütünleşme aracı olarak yaygınlaşmıştır. Her milletin kendi içerisinde selamlaşma biçimleri farklılık gösterir. Bu selamlaşma biçimleri o toplumda yaşayan insanlar için toplumsal barışın ve huzurun bozulmaması adına önemli bir bütünleşme kaynağıdır. İnsanlar birbirlerini tanımıyor olsalar dahi birbirlerine güven duyduklarını ve karşılıklı barış içerisinde yaşamak istediklerini selamlaşarak ifade ederler.

Aslında bu ifade biçimi, tanımadığı insana karşı kayıtsız şartsız emin olmak anlamına gelmemektedir. Burada ki güvenmekten kasıt, ben senin hayatına saygı duyuyorum, seni bir birey olarak görüyorum ve yaşam tarzına müdahale etmiyorum. Fakat karşılıklı sergilediğimiz davranışlar birbirimizin yaşamına kast etmemelidir. Bir başkasının hayatına müdahaleye yol açmamalıdır. Çünkü ben bir birey olarak yaptıklarımdan sorumluyum. Ve aynı şekilde sen de benim hayatıma saygı duymalısın ve düşüncelerimi özgürce ifade edebilmem için bana destek olmalısın manasındadır. Dolayısıyla ortada ancak bu şekilde bir barış ve huzur ortamı varsa birbirimize karşı güven sağlamış oluruz. Ve barışımız daim olabilir. Ve fakat bu tür karşılıklı tahammül ve saygı ortamının olmadığı toplumlarda empati (duygudaşlık) düşüncesi gelişemez, geliştiği görülmemiştir. Aksine o toplumlarda gruplaşma, hizipçilik gibi insanın ilkel beninden doğan, geleneksel tutumlar ve reflekslerin ön plana çıktığını görmekteyiz.

Bu tür bir yapıya sahip olan toplumlardaki insanlar bireysel olarak değerlendirilmezler. Şu kişi hangi grubun bir parçası ya da bu kişi hangi partiye yakın gibi son derece dünyayı ve insanı anlamaktan uzak kötü gelenekçi, bir bakış açısıyla değerlendirilirler ki bu da bir toplum için en tehlikeli (ayrıştırıcı) durumlardan biridir. Çünkü insanların ferdi olarak, kendi kararlarını hiçbir yere ya da ideolojik gruba bağlı kalmadan verememeleri o coğrafyada bir toplum yapısının oluşamadığının en önemli göstergesidir.    Toplum belirli bir şuuru kendi içinde barındıran, sadece aynı dili konuşan değil, aynı duyguları da paylaşan insanların bir araya gelmesiyle oluşur. Bir toplumda empati (duygudaşlık) yoksa akıl birliğinin sağlanması da oldukça güçtür.

Kalabalıklar halinde yaşayan ve kararlarını kalabalıkların sesine ve sayısına göre belirleyen insanlar, tıpkı hayvanlar gibi sürü psikolojisinden kaçamayacak ve bilinçsiz güruhlar halinde hareket etmeye zorunlu olarak devam edeceklerdir. Bu minvalde, sadece geleneksel düşünce ortamının hakim olduğu toplumlarda, insanların belki de insan olmanın en büyük erdemi olan birey olarak yaşayabilmesi, insanın kendi düşünceleriyle var olması engellenmiş olacaktır. Bu düşünce algısı, bir başkasının kendisine veya kendi grubuna benzemesini istediği ve tek tip bir karakterde olmasını arzu ettiği için ”sakat” bir  düşünce biçimidir. Bu tür bir halet-i ruhiyeyi belki de bugün, dünyada en fazla kanın döküldüğü yerlerin başında gelen, Ortadoğu’da sıkça gözlemlemekteyiz.

Ortadoğu farklı geleneksel, inanç kültürleri arasındaki çatışmalardan dolayı, yüzyıllardır savaşlar ve katliamlarla boğuşmaktadır. Bu yüzden sürekli ”istismara” açık bir yer haline gelmiştir. Bu noktada insanı insan yapan, farklılıklarının ortadan kaldırılarak aynılaştırılmaya çalışılması bizleri kısır bir döngüye mahkum kılmıştır. Ortaya konulan bu homojen yapı ile ortak yönlerimizin de yok edilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Böyle bir ortamda da  huzur ve istikrardan bahsetmek mümkün değildir. Çünkü farklı seslerin çıkmadığı toplumlarda, çıkan tek tip bir sesin gürültüden başka bir anlam ifade etmediğini açıkça görmekteyiz. Bugün Ortadoğu, üzerinde her türlü oyunun oynanabileceği, gardını düşürmüş bir coğrafya haline gelmiş durumda. Her gün yüzlerce insanın öldüğü, kutuplaşma ortamının her geçen gün arttığı ve toplumda güvenin  kalmadığı yerdir. Yeni avlar peşinde koşan sırtlanlar, çakallar gibi emperyalistlerin de çıkarları adına tabiri caizse cirit attıkları bir yer halini almıştır.

İnsanoğlunun bin yıllardır süre gelen kendisine ve doğaya karşı sürdürdüğü güç savaşının, nasıl sona erebileceğini ben de bilmiyorum açıkçası. Ama en azından daha iyiye gidebilmesini sağlamak için çabalamamız gerektiğine inanıyorum. Her insanın doğduğu çevrede belirli bir dünya görüşü içerisinde yetiştiğini görüyoruz. İnsan akıl baliğ olduğu dönemden itibaren ise, aklını ve muhakeme yeteneğini kullanmaya başlıyor. Bizler, var olduğumuz toplumda, kendimizin ve yaşadığımızın düzenin farkına varmaya başladığımız andan itibaren sorgulamaya başlıyoruz. Ve bu aşamada genelde bizler farklı ve mantıklı gelen ilk ideolojiye, görüşe sarılmak istiyoruz. Bu durum da başka bir problem olarak  karşımıza çıkıyor. Daha önceleri kendi kalıbının içinden sorgulayarak ve bazı şeylerin farkına vardığını zannederek çıkan insan, kendisini yeni kapalı bir kutunun içine hapsettiğinin çoğu zaman farkında bile olmuyor. Belki de hakikate ulaştığı kanısına varıyor. Bu şekliyle bir düşünce biçimi hakikatin kendisi olarak kabul edilecek ve uğrunda her şeyi feda edilebileceği adeta bir saplantı haline gelmiş oluyor. Burada problemli olan şeyin, savunulan fikir değil, bu fikri savunma biçimi olduğunu görüyoruz. Bu noktaya gelmiş bir insan; savunduğu bir görüşü, doğru olduğu için savunmuyor. Artık o görüşü savunduğu için doğru olarak kabul ediyor.

Seneca der ki; “felaketler bizlere önceliklerimizi hatırlatır.” İnsanoğlu olarak bizler önemli bir seçim yapmak durumundayız. Ya doğayla ve birbirimizle savaşmayı sona erdirerek bir an önce kendimize çeki düzen verip, doğaya ve ”diğerlerine” karşı uyum içerisinde, haddimizi bilerek yaşayacağız. Ve barışı isteyeceğiz. Ya da hırsımız ve çıkarlarımız için onlar olmadan yaşayamayacağımızın farkında olmadığımız, veyahut umursamadığımız her şeye savaş açıp tüketmeyi ve tükenmeyi göze alacağız.

 

PAYLAŞ
Önceki İçerikBir Masal
Sonraki İçerikGittiğini Fark Etmedim
İbrahim Emin Sayöz
İbrahim Emin Sayöz, 1991 Kayseri doğumlu. İstanbul'da yaşamakta. Lisans eğitimini Kocaeli Üniversitesi Radyo Sinema Televizyon bölümünde tamamladı. Medya sektöründe çeşitli alanlarda görev aldı. Halen İstanbul Arel Üniversitesi, Medya Ve Kültürel Çalışmalar bölümünde yüksek lisans yapmakta. Sinemayla ve Edebiyatla ilgili. Okudukça, öğrendikçe hayreti artan, şaşkınlığını gizlemeyip bazen onu yazıya döken ve yaşamın hakkını vermeye çalışan biri.