ŞEB-İ YELDA
ŞEB-İ YELDA

‘Acılarımız var’ dedi. ‘Ve acıların kabataslak hâkimiyetini anlamaya herkesin gücü yeter.’
Ne demek istediğini o vakit anlamamıştım. Yalnızca dinlemiştim. Ancak bu gece ne demek istediğini en küçük hücreme dahi sızı verecek şekilde anlıyorum.  İzlediğim her haber, gördüğüm her gerçek canımı sıkmaya fazlasıyla yetiyor.
‘Acılarımız var. Bombaların patladığı eşiklerde, çocukların uçan hayallerinin kana bulandığı yerde, içimizde, kendi derinliklerimizde acılarımız var. Kuş bakışıyla her şeyi anlamış gibi davranıyoruz. Biz birbirimizi ölesiye susturuyoruz. Ah, söylediğin bu cümlenin yıllar sonra böyle taze kalacağını bilemezdim. Bilsen, seni nasıl çok özlüyorum. Acımın rengi, meselesi ne olursa olsun yine sana varıyorum. Olsaydın, uzun uzun konuşurduk Bayım… İçimi rahatlatırdın. Ölen çocuklara, kadınlara, gençlere beraber üzülürdük de hafiflerdi belki acımız. Hafifletirdik…’

‘Acılarımız var’ dedi. ‘Ve acıların kabataslak hâkimiyetini anlamaya herkesin gücü yeter.’
‘Acılarımız var’ dedi. ‘Ve acıların kabataslak hâkimiyetini anlamaya herkesin gücü yeter.’

Ben, bunları kendi kendime tekrar ederken güneş yüzünü pencereme çoktan dönmüştü. Tüm gece kar yağmıştı. Yeryüzünü kirinden, sözlerinden ve vaatlerinden arındırmaya çalışmıştı. Oysa yağan kar taneleri bu işe önce içimizden başlamalıydı. Alarmın çalmasıyla irkildim. Beni tüm gece boğan düşünceleri bir kenara bıraktım.
Bu sabah içimde tarif edemediğim bir his adeta cirit atıyor. Yalnız olmak, yalnız yaşamak gerçekten zor. Tek başıma kahvaltı yapacağım şimdi keyifsiz de olsa. Keyifsiz kahvaltımda bana eşlik eden tek canlı ise bardağıma koyduğum çay. Bizde çayın önemli bir yeri vardır. Ona canlıymış gibi davranırsınız. Her sıkıntınızda, kalabalık olduğunuz mutlu anlarda o mutlaka vardır. Yine kendi kendime düşüncelere dalmaktan kurtulamadım. Sabaha kadar kendine eziyet eden ben değilim sanki. Beynim durmadan beni konuşmaya zorluyor. Kendimle yine kavga ediyorken birden kapı çaldı ve içimi büyük bir heyecan kapladı.
O gelmişti. Aman Allah’ım! Büyük bir şaşkınlık içerisindeydim. Öylece durup yüzüne baktım.  İnanamıyordum. Bu kadar uzun süre sonra… Yıllar sonra! İçimde koca bir heyecan… Kalbim bu dar kafese sığar da yüreğim ne yapacak şimdi? – Merhaba, dedi.

Bu sabah içimde tarif edemediğim bir his adeta cirit atıyor. Yalnız olmak, yalnız yaşamak gerçekten zor.
Bu sabah içimde tarif edemediğim bir his adeta cirit atıyor. Yalnız olmak, yalnız yaşamak gerçekten zor.

Yüzüme bakarak acı bir tebessüm etti.
– Rahatsız etmiyorum değil mi? Ben…
İkimiz de nasıl bir yerde olduğumuzu anlamamıştık. Neredeydik biz? Ben kimdim, o kimdi?!..  Dudaklarımın arasından bir kelime bile çıkmıyordu. Sanki konuşmayı unutmuştum. Cevap gelmeyince:
– Sanırım burada olmamam gerekirdi. Gitsem iyi olacak, dedi.
– Lütfen buyurun, biraz şaşırdım kusura bakmayın, diyebildim.
İçeri geçtik. Girer girmez salona göz gezdirdi. İçimde bir huzursuzluk boy göstermeye başlamıştı. Buraya gelmek istemişse bir sebebi olduğu muhakkaktı. Karşılıklı oturduk. Yüzüne baktım uzun uzun… Yaşlanmış görünüyordu. Kadim çizgiler vardı yüzünde. Hala çok şık ve yakışıklıydı. Beynimde beni kemirip duran bir soru…
– Neden buraya geldiniz?
Sizli bizli konuşmak beni çok yoruyordu. Bu bir çeşit mesafeydi ve bu mesafede koşmaya çalışmak beni nefessiz bırakıyordu. Yüzüme baktı öylece. Bir müddet cevap veremedi.
– Seni görmek için, dedi.
Öfkemi dışarı vurmamak için zor tutmuştum.
– Beni görmek için… Peki öyleyse. Size bir şey ikram edeyim. Çay?
– Teşekkür ederim zahmet etme lütfen, dedi.
Mutfağa gitmek benim için buradan kaçmaktı. Buradan kaçmak istiyordum. Mutfağa doğru hızlı adımlarla ilerledim. Bu evin, bu koridorun, bu eşyaların aslında bana ne kadar yabancı olduğunu hiç fark etmemiştim. Bu evle birbirimize ne kadar yabancıymışız! İçimde uçsuz bucaksız cümleler dönüyordu.
İnce belli bardaklara çayı doldurdum. Evde adeta bir ölüm sessizliği vardı. Çayı önüne bıraktım. Ne konuşmam gerektiğini bilmiyordum. Yalnızca:
– Nasılsınız? diye sorabildim.
– İyiyim, peki sen nasılsın?
– İyi…
Bunun öfkeyle söylemiştim. İyi olmadığımı biliyordu. İçimdeki kuyuda boğulduğumu çok iyi biliyordu. Ve ben de onun buraya iyi olmadığı için geldiğini çok iyi biliyordum. O, hiçbir zaman iyi olmazdı. Ben de hiçbir zaman iyi olamazdım. İki eksi buluşunca, bilinenin aksine nötrleniyorduk. Yan yanayken yok olmaktan taraftık hep.
– Buraya asla kendinizi iyi hissettiğiniz zamanlarda gelmezsiniz. Anlatın, dinliyorum.
Bu tepkiyi bekliyor gibi bir hali vardı. Şaşırmadı, duraksamadı ve:
– Beni buraya gelmeye iten bir acı veya sorun yok, dedi buz gibi ses tonuyla. Gözleri de bilakis şefkat doluydu. Buraya gelişimin tek nedeni seni görmek, diye ekledi sonra.
Şaşırmıştım. Bu, beklemediğim bir cümleydi. Beni ne yapsındı? Yıllar öncesinin artık onun hayatında ne önemi vardı?
– Hiç değişmemişsin. Hala hırçın ve küçük bir kızsın. Hala gözlerin hep uzun, acılı gecelerden kalma. Hiç ama hiç değişmemişsin, yüreğin olduğu gibi duruyor. Ve çayı şekersiz içtiğimi unutmamışsın.
İçimden o an öyle güzel, öyle eski duygular geçti ki… Büyükannemden büyük ve eski bir hikâyeyi dinlemiş de şimdi onu tamamlıyormuş gibi hissettim. Son söyledikleri öfkemi dindirmişti. Zaten ona öfkeli olabilmek en fazla ne kadar sürerdi ki? Okuduğum bir kitaptan birkaç cümle geçti içimden. ‘Hayatımın karşı kıyısıydı o. Elaydı, belaydı, yaraydı. Ne çok şeydi…’ Üzeri tozlanmış aşkım, merhametim tekrar kökleriyle sıkıca tutunmuştu içime. Karşımda oturan adama içimde methiyeler düzerken, ağzımdan çıkan iki basit kelimeydi:
– Siz de öyle, dedim.
Sonra gözlerimiz sustu, sesimiz sustu. Yıllarca bekleyen ne varsa her şey sustu. Gözlerimin içinden bağırmak, hıçkıra hıçkıra ağlamak geçiyordu. Ama kirpiklerimi eğmemeye kararlıydım. Eğmeyecektim onları bir kez daha. Sahip olamadığım bir insanı kirpiklerimden düşürmeyecektim. Kendimi toparlayıp metanetli bir ses tonuyla sordum:
– Mademki buraya kadar geldiniz, o halde anlatın. Nasılsınız, aileniz nasıl, her şey yolunda mı?.. Bunca yıl üzerinde konuşulacak çok şey olmalı.
Bunları ne kadar güçlü sorduysam içimde o kadar kırılmış, ağır yüklerin altında ezilmiş bir kız çocuğu vardı. Ah, ne zormuş Yarabbi! İnsanın belini büken kederi bir anda zorla doğrultmaya çalışmak ne zormuş…
– Zaman kum taneleri gibi elimizden kayıp nasıl da gidiyor değil mi?
– Evet, dedim acı bir tebessümle.
Sorularıma cevap vermekten kaçmıştı. Israrcı olmadım. Aslında cevapları duymak istemediğimi bildiğine emindim.
– Seni, dedi yutkundu. Uzun yıllardır görememek…

Sonra gözlerimiz sustu, sesimiz sustu. Yıllarca bekleyen ne varsa her şey sustu. Gözlerimin içinden bağırmak, hıçkıra hıçkıra ağlamak geçiyordu.
Sonra gözlerimiz sustu, sesimiz sustu. Yıllarca bekleyen ne varsa her şey sustu. Gözlerimin içinden bağırmak, hıçkıra hıçkıra ağlamak geçiyordu.

Devamını getirmek istemedi.  Oturduğum yerden kalkıp ona sarılmamak için önüme defalarca kez duvar ördüm. Birini yıktım ardından diğerini ördüm. Biraz vakit geçtikten sonra nutkumuzu tutan bu heyecan, bilinmezlik yerini kuvvetli bir özleme bırakmaya başladı. Uzun uzun konuştuk. Hatırladıkça güldük, hatırladıkça sustuk. Acımızın derinliğine ulaştıkça yaklaştık. En sonunda bütün duvarları yıktım. Tıpkı eskiden yaptığım gibi en çaresiz anımda dizlerinin üstüne başımı koydum. Her şeyi unutmuş, kafamdaki, yüreğimdeki tüm kalkanları kaldırmıştım. Ağlamaya başladım. Dizlerinin üzerinde uzun uzun ağladım. Saçlarımı okşadı şefkatli elleriyle. Ve itiraf etmeliyim ki ellerini çok severdim… Öyle ki kimsede bu kadar güzel bir el yokmuş gibi gelirdi. Hiçbir el, onun dokunduğu gibi dokunamazdı yaralarıma. Başımı uzun bir vakit kaldırmadım. O da ağlıyordu, biliyordum. Sessiz sessiz ağlıyordu saçlarımı okşarken.  Kendi kendime konuşup duruyordum. ‘Nereden çıktı şimdi bu adam?, diyordum. Ne lüzumu vardı kenarda köşede uyuyor olan kederi uyandırmaya? Bana bunu niye yapıyordu?’ Kafamı kaldırıp saate baktığımda çok geç olduğunu fark ettim. Kendimi toparlayarak:
– Çok geç olmuş. Şey, sizin için sorun olmasın? Diye sordum büyük bir isteksizlik ve korkuyla.
Korkuyordum. Bir kez olsun vakti gelince gitmesin istiyordum. Vakitsiz olmak istiyordum sadece bir gün. Gözlerinin içine baktım tereddüt ederek. Sağ elini yanağıma koydu ve:
– Merak etme bir sorun olmaz, dedi hüzünlü bir sesle.
Ama gitmesi gerekecekti, biliyordum. Eski ve güzel şarkılar gibi bitecekti bu da. Sonra avuç içimden öptü:
– Acılarımız var, dedi.
Duyunca afalladım, anlam veremedim. Biraz düşündükten sonra devam etti:
– Acıların kabataslak hâkimiyetini anlamaya herkesin gücü yeter. Biz sadece bu kadarını anlayabiliyoruz. Bir nehir akıp gidiyor ama içerisindeki taşların ona nasıl yük olduğunu biz bilemiyoruz, anlamıyoruz dedi.
– Tam olarak bana ne söylemek istiyorsunuz, dedim.
– Yıllarca sadece bir nehir gibi akıp gittiğimi düşündün belki de, dedi.
Sustum. Doğru bir yerde durmuştu şimdi. Ona ne kadar öfkeli olduğumu hatırladım. Öfkem yeşeren bir ağaç gibi köklerini salmak istedi içimde tekrar. Niye bu kadar duygusal ve normal karşıladım diye kızdım kendime o an. Ancak güzeldi, çok güzeldi. O çay bardağı, o koltuklar, odadaki televizyon ünitesi, saksıda öylece duran çiçekler, hepsi… Hepsi ne kadar güzel olduğunu biliyordu. Korktuğum an geldi ve çanlar çalınmaya başladı kulaklarımda. Gitme vaktiydi. Belki yıllar sonrası için gitme vaktiydi bu. Kapıya doğru ilerledik. Paltosunu giymesi için yardım ettim. Sarıldık… Öyle bir sarılmaydı ki işte o ana kadar kulağıma çalınan, yarım kalmış tüm aşk hikâyeleri tamamlandı. O âşıkların kavuşmaları için, önce bizim aramıza yılların, mesafelerin, suskunlukların girmesi gerekiyordu ki bizim kavuşmamızı görmek için aynı yerde buluşmaları gerekirdi. Artık Zin’in saçları Mem’in yüreğindeydi. Aslı’nın elleri Kerem’i ateşten çoktan çekmişti. Yusuf, Züleyha’yı bilmiş ve sevmişti. O an fesleğenler içleri ferahlatan kokusuyla etrafımızı sarmış, kelebekler bu kokuya âşık olup yanımıza kadar uçmuşlardı. Doğulu âşıklar kavuşmuş, biz onlar için kendimizi feda etmeyi tercih etmiştik.
O gece, yılın en uzun gecesiydi benim için. ‘Şeb-i yelda’… Rastgele bir şiir kitabı seçmiş ve gözlerimi kapatıp bir sayfasını açmıştım. Yüreğime bu uzun gecede denk gelen şiiri ağlaya ağlaya okumuştum. Şöyle yazıyordu;

Zaman sayılmıyor sevgilim
Hayat Kaf dağının ardına çekildi
Çiy taneleri kumlarda birer Leyla masalı
Kimse kendinden bir yere gitmiyor
Yaşıyoruz sessizce yaramızı severek.

Kapıya doğru ilerlerken dualar ediyorum.
Allah’ım ne olur o gelmiş olsun!

PAYLAŞ
Önceki İçerikYalnızlığımın Tecellisi Olan Sevdama
Sonraki İçerikVefa
Nazlıcan Kaya
Nazlıcan KAYA. Kütahya’da yaşıyor. 19 yaşında Türk Dili ve Edebiyatı öğrencisi. Ortaokulda başlayan yazma serüveni inişlerle, çıkışlarla onu buraya kadar sürükledi.