Suriye’de iç savaşın evrim geçirdiği yıllarda Türkiye’den ve dünyadan gözlenilen tepkiler ancak medyaya yansıyan görünümlerin geçici bir yankısı olmaktan öteye geçememektedir. Yanıbaşımızda yaşanan bu drama ve açlık, susuzluk gibi temel ihtiyaçların ötesinde hayatlarına gerçek bir yön vermek için sınırlara dayanan göçmenlere yönelik gösterilen duyarlılık ve ihtiyaçlarına gerçek bir anlayış dahilinde sunulan ilgi noktasında son derece yetersiz kalınmaktadır. Öyle ki mücadelelerine yardım eli uzatmak şöyle dursun gerçek bir erdem ve adalet anlayışının çok gerisinde kalan bir yaklaşım sergileyerek Suriye üzerinden insanlığa karşı doğrudan bir suç işlenmektedir.
Savaşın 5. Yılında artık Suriye karşımıza apaçık bir felaketin resmi olarak ortaya çıkıyor. Bu 5 yıllık süre boyunca Suriye’de verilen mücadelenin; devrimden, iç savaşa ardından uluslararası terör örgütlerinin türeyişi ile çok uluslu bir çatışma alanına ve nihayetinde bir insanlık trajedisine dönüşüne tanıklık ettik. Bir boyutuyla bu savaşı sadece izlerken bir boyutuyla tam içimizde, yanıbaşımızda yaşadık, yaşam mücadeleri veren göçmen komşularımızla bir kısmımız adeta birlikte mücadele verdik… İnsanlığa dair bir takım sorgulamalar getirmemize yol açan bu süreçte kişisel anlamda en birincil gözlemim dünyaya bakarken nasıl da subjektif oluşumuzu fark etmek oldu. Öyle ki insanların birbirlerine ve dış dünyaya yönelik mukabele etmelerinde gözettikleri tek gerçeğin kendi bulundukları noktayı dert edinmek olduğunu fark etmek sanıyorum yalnızca benim için değil hak/adalet arayışı ve mücadelesi veren herkes için şaşırtıcı bir hayal kırıklığı olsa gerek.
Savaşın 5. yılında politik detaylarına çok fazla girmeden, Türkiye halkı olarak bulunduğumuz yerden nasıl göründüğüne şöyle bir bakalım: 2011 yılını ülkemizde caddelerde sokaklarda alışveriş merkezlerinde yavaş yavaş artan ‘’Arap milletinin’’ ilk farkedilişi ve buna yönelik gösterilen sessiz rahatsızlık ve kısmen sabır diye nitelendirecek olursak, 2.yılını ‘’Evet, Suriye’de İç Savaş var’’ ayrımına varış ve buna yönelik şüpheli yaklaşım ve ne zaman sonlanacağına dair sorulara geçirirken 3.yılında artık bitmesi beklenen savaşın aksine artan şiddetiyle paralel bir göç akınının ülkeyi içten içe nasıl kaynattığına şahit olduk. Neredeyse her birimiz birey olarak göçmenlerle karşılaştık ve kah yardımlaşarak kah reddederek sessiz bir çoğunluk ise pek çok maddi sömürülerle faydalanarak bir etkileşim sürecine girdik. Buna rağmen en sık karşılaştığımız soru ‘’Ne zaman gidecekler?’’ oldu. 2014 yılındaysa artık hem politik hem de kişisel anlamda hayatlarımızı etkileyen komşu ülke Suriye’de dünyaya etki eden terör örgütlerinin sahne almasıyla adeta savaşın başlangıç noktası unutularak ezeli bir korkunun temelleri atıldı. Ve nihayet 2015 yılında artık bölgeye uluslararası müdahalelerin başlamasıyla yanı başımızdaki bu ülkenin geleceğine dair söylemler kifayetsiz ve belirsiz kaldı. Şiddetinden hiç bir şey kaybetmeyen bu süreçte 2016’ya gelindiğinde yine Türkiye olarak bakış açımız başlangıç noktasından pek uzaklaşmamış görünüyor olacak şekilde ‘’Herhalde artık gitmeyecekler’’ yönünde şekillenmiş ve buna yönelik halk tabanlı yapılar içeren geç kalınmış girişimlere İl Göç İdaresi’nin kurulması ve geliştirilmesi gibi hamlelerle başlanmış bulunuyor. Son 2 yılda karşılaştığımız, çoğumuzun unutmaya çalıştığı bu savaşı bize hatırlatan haberler ise; ilkbahar aylarında deniz ısınmaya başlayınca kara sınırlarının güvensizliği nedeniye Akdeniz’e dökülen göçmenlerin kıyı ülkelerin sınırlarına dayanması haberleri ve bu süreçte botları devrilerek boğulan binlerce ölüden biri olan Aylan’ın kıyıya vuran küçük bedeni… Ve son olarak 17 Ağustos hava saldırılarında evi yıkılarak yaralanan 5 yaşındaki Omran’ın Aleppo Media Center muhabiri Mustafa Al Sarouq tarafından alınan görüntülerinin yüksek sesli yankıları oldu. Oysa ki tüm bu medyadaki duyumlar böylesi uzun bir süre boyunca gelişen olayların sadece küçük bir fragmanı gibi kalıyor.
Erdem Anlayışımıza Dair
Evet, savaşın son temsilcisi sayılan Omran… 5 yaşında. Demek oluyor ki Suriye iç savaşıyla aynı yaşta. Savaştan başka bildiği bir dünya yok. Şok içinde bakışlarıyla, Telegraph muhabiri Raf Sanchez tarafından ilk kez fotoğrafının sosyal medyada paylaşımıyla dünyayı yeniden sarstı. Savaşın yeni temsilcisi olarak resmedildi, yazıldı çizildi. Ülkemizde ise bu yayımlar karşısında insanlardan gelen tepkilerin: ‘’Neyse ki bizim ülkemizde yok’’, ‘’Çok Şükür’’ ‘’Onlar geri kaldı hakediyor’’, ‘’Allah benim oğlumu/kızımı korusun’’, ‘’Umarım senin geleceğin çok iyi olur da bu görüntüleri barış adına kullanırsın kızım/oğlum’’ şeklinde olması çok sarsıcı. Böyle bir durumla karşılaştığınız zaman kimse sizden kendinize dair aksi yönde bir beklenti içerisinde olmanızı zaten beklemeyecek. Ne var ki buna verilecek ilk reaksiyonun ya da bir diğer deyişle altı çizilip vurgulanılan noktanın bu düzeyde benci-ben merkezli ve bir o kadar erteleyici nitelikte bir dert taşıması bizim dünya anlayışımızı ve gelişimimizi bu sürecin hiç etkilemediğini gösteriyor.
Bir benzer tepki örneğine Suriyeli kadınların pazarlığının yapıldığı sırada buna tanık olan bir seyircinin yorumuyla karşılaştım: ‘’Neyse ki bizim ülkemizde kadınlar okuyabiliyor. Okudum ayaklarımın üzerinde durdum ki böyle bir durumla karşılaşmıyorum.’’ Öyle ki bu aynı zamanda gözlemlediğimiz meseleye ne kadar uzak kaldığımızı da ispatlıyor. Suriye’deki kadınlar da okuyabiliyor. Ve Türkiye’deki kadınlar da ne yazık ki böylesi kirli emellere alet ediliyor. Burda mesele, kimin daha iyi durumda olduğunu belirlemekten ziyade aklın ve bilincin bizzata orada o anda bulunup daha incelikli ve gerçekçi bir anlayış göstermesini gerektiriyor. Ancak bu kavrayış ve hassasiyeti taşıyabilirsek dış dünyamıza doğru ve etkili yardımlarda bulunabiliriz.
Günlük hayattaki sen mi ben mi iletişimimizden hiçbir farkı kalmayan bu tür tepkilerin bizim en ciddi sorunlar karşısında bile yaklaşımımızda asla objektif olamayışımızın, gerçekliğin bizim dışımızda var olan şekline nasıl da duyarsız kaldığımızın ve sadece biz’e etkisi olan taraflarıyla ilgili olduğumuzun apaçık bir resmiyle daha üzerinden 2 hafta henüz geçmişken unutulan Omran’ın masum yüzü sayesinde yeniden karşılaşmış olduk. Oysa ki cevap çok açık; ne sen, ne de ben: Gerçeklik. Gerçeklik orada ve her yerde; şimdi, şu anda ilgi gösterilmeyi bekliyor; daha iyi bir geleceğin umulması üzere beklemeye alınmayı değil.
Dilerim kişisel ve toplumsal gelişimimize bir başka boyut daha kazandırmak için kendi evlatlarımızın Omran’ın yerinde olmasını bekleyecek kadar geç kalmayalım…