Gözlerinin içi gülüyordu, sözcükler ağzından inci gibi dökülüyordu. Mutluydun hiç olmadığın kadar. Yüzüme bakamıyordun ya, garip bir telaş vardı tavırlarında. Biliyordun sen de yalan söylemeyi beceremediğini. Bu yüzden kızarmış alnında biriken terlerini siliyordun ikide bir. Birkaç kaçamak bakışın vermişti seni ele oysa. Anlamıştım söyleyemediklerinden olan biteni, fakat duymak istiyordum; senden bir itiraf bekliyordum…
“İlk bana söyle” demiştim sana, hatırlıyordun. Sen de benim gibi verdiğimiz sözleri tek tek aklından geçiriyordun. Sevgimiz üzerine ettiğimiz yemini unutmamıştın daha. Ölesiye sana inandığımı, seni terk etmeyeceğime dair verdiğim söze sadık kalacağımı, iyi biliyordun. Ben bilmiyordum ama daha o zamanlarda bile senin erdemli olamadığını… İlk defa sorduğumda, işte tam da o anda söyleyebilirdin gerçeği bana değil mi? Yalan söylemeyi seçmiştin ne yazık ki… Oysa biliyordun yalandan nasıl nefret ettiğimi…
Bir sevgilin olduğunu anlamıştım daha en başında. Anlamamak mümkün değildi ki. Kim olduğunu merak ediyordum yalnızca. İnkâr etmeyi tercih etmiştin, “Olsa ilk sana söylerim demiştin”. Söylemedin. Güvenimi ilk o gün kaybettin.
Sahi neden gizlemek istemiştin? Biz seninle yalnızca iki sevgili değil, iyi birer dost değil miydik? Hayatlarımıza başka insanlar girse bile, hiç ayrılmayacağımıza dair sözler vermemiş miydik? “Başkasıyla evlensen bile, hiç bırakmam seni “diyen kimdi? Güvenmiştim sana, senin o dürüst sandığım çocuksu bakışlarına…
Beni sınadın. Biliyorum. En çok da bu acı verdi bana. Tepkilerimi kontrol ettin boyuna. Konuşmanın yönünü ona göre değiştirdin. Kelimeleri aradın, öyle temkinli davrandın ki hareketlerimle hep beni sorguladın. Ne kadar sinsice davrandığını, sırtımdan vurulduğumu, beni vuranın yalnızca sen olduğunu, yazık ki çok geç anladım. Ne beni kaybetmek istedin ne elindeki diğer seçeneği. İkimizi birden idare etmeyi istedin. Bir teraziye koydun beni, kurgulanmış bir oyunun parçası yaptın. İşte bu çok adiceydi… İstemeden girdim senin oyun bahçene, oyuncaklarından biri haline gelmeyi kabul ettim sessizce, sırf bana ihtiyacın var diye. Öyle demiştin çünkü.
İtirafının ardından başlamıştın onu anlatmaya. Gezdiğiniz yerleri, yiyip içtiklerinizi, hemen hemen bütün konuşmalarınızı anlatır olmuştun. Sana aldığı hediyeleri, hangi gün nerede buluştuğunuzu, yemek listelerinize kadar biliyordum artık. Bütün detaylarıyla canlı yayın yapıyordun. Eskiden bu kadar konuşkan olduğunu hiç hatırlamıyordum. Sizin yanınızda gezer gibiydim adeta, sanki görünmez bir el gibi, sizi izler gibi, sizi kollar gibi, aşkınıza kol kanat gerer gibiydim. Sahi ben ne idim?
Küçük kavgalarınızda taraf olmuştum senden yana, o bilmezdi varlığımı ama ben bilirdim onun neler yaptığını. Sen üzülmeyesin diye, sırf sen mutlu ol diye yanan yüreğime aldırmadan seni dinledim saatlerce, günlerce durmadan… Üç kişilik bir ilişkiydi sanki ben görünmez adam olup, hayalet kılığıyla dolaşıyordum yanınızda. Bir kez bile sormadım sana, bütün bunları neden anlattığını bana…
Artık dost olduğumuzu, sevgili olmasak bile verdiğimiz sözde durmak zorunda olduğumuzu düşündüm hep. Sen görmedin bir kere bile ihanetin beni nasıl kanattığını. Belki de gördün. Bilerek yaptığını düşünüyorum şimdi. Benden intikam almanın yolu buydu değil mi? Peki ya neyin intikamı?
Hep seni bırakıp gideceğimden korkardın. Yüzüme karşı söylemiştin hem de kaç kere. Terk edilme korkun olduğunu bilirdim. Bu yüzden sana o sözü verdim. “Sen beni bırakana kadar bırakmayacağım seni” demiştim. Verdiğim söz yetmemiş demek ki, kendin gibi düşünmüşsün beni. Kendin gibi görmüşsün, ‘insan nasıl bilirse kendini, karşısındakini de öyle bilirmiş ya’ işte önce sen terk etmeyi denedin beni… Benden kurtulmak, korkundan kurtulmak demekti çünkü. Bu korkuyla daha fazla yaşayamazdın. Bunun için kendine bir oyun yarattın, senaryoyu yazıp, oyuncuları oynattın. Beni de seyirci olarak seçmiştin. Öyle ya seyirci olmazsa bir tiyatro oyunu neye yarardı ki…
“Tatile gidin birbirinizi daha yakından tanırsınız” demiştim bir keresinde, artık oyuna müdahil olduğuma göre. “Gidemeyiz işlerimiz var” demiştin. Onunla neler yapabileceğini görmek istemiştim.
Birkaç gün sonra yakın bir arkadaşınla tatile gideceğini söylemiştin. Seninle yaptığımız tatillerin keyfini unutmuş gibi yapıp, gözlerimin içine baka baka bir kez daha yalan söylemiştin. Onun her dediğini yapıyordun artık, gittikçe başkalaşıyordun, hiç istemediğim biri olup çıkıyordun. Tanıyamaz olmuştum seni. Bir kuyunun dibine düşüyordun ama önünü göremiyordun. İnandığın değerler yerle bir oluyordu, ilkelerinden kopuyordun, insan olmaktan çıkıp sahtekar, vurdumduymaz biri oluyordun. Paraya düşkünlüğünü biliyordum ama lükse, sükseye merakını hiç anlayamamışım ne yazık ki, olmak istediğin haline inanmışım demek ki onca zaman. Bana gösterdiğin yüze kanmışım. Seni gerçekte hiç tanıyamamışım…
Tatil dönüşü doğruyu söyledin, onunla gittiğini kimsenin bilmediğini açıkladın bana. İkinci kez yalan söylemenden dolayı daha çok kızdım sana. Ona benzemeye başlamıştın artık. Ayaküstü bir sürü yalan söylüyordun. Her şeye boş veriyordun. Aşık olduğuna inandırmıştın kendini. Aşk adına yapıyordun sözde bütün bunları. Havalarda uçuyordun. Her gece bir eğlenceden başka bir eğlenceye koşuyordun. Birikmiş paralarını bir çırpıda harcıyordun. Ne kadar zor giderdi elin cebine oysa…
Tam üç ay böyle geçti…
Yaz bitmek üzereydi ki, tatilden döndüğüm gün telefonum çaldı. Ağlıyordun, beni görmek istiyordun. Merak etmiştim, kötü bir şeyler olduğunu hissetmiştim. Hemen koştum yanına. Görür görmez sarıldın bana. Durmadan ağlıyordun. Pişman olduğunu söylüyordun, yanlış yaptığını. Bütün paranı kaybetmiştin. Gururun ayaklar altına alınmıştı. Bir yaz aşkı için işinden olmuş, beş parasız sokağa konmuştun. Ailenle aran açılmıştı. Bütün arkadaşların senden uzak durmaya başlamıştı. Yalnız kalmıştın. Çok kızgındın, eline geçse onu öldürecek kadar kızgın. Seni kullanmış, kandırmış, yığınla yalanın içinde seni bir paçavra gibi çöplüğe atmıştı. İşi bitince kırılıp bir köşeye fırlatılan oyuncak gibiydin… Sen oyun oynamak isterken, oyuncak olan sendin. Öfken şımarık bir çocuğun kaprislerine katlanmış olmandı yalnızca… “Bir keçiboynuzuyla yaşamışım” demiştin. Şaşkınlığın aptallığınaydı… Oyun kurmaya çalışırken, oyuna sen gelmiştin…
Kendineydi aslında bütün hırsın, kızgınlığın. Bir anlık şeker tadı almak için, kemirdiğin onca keçi boynuzunaydı… Günlerce dinledim seni. Hep aynı şeyleri defalarca anlattın. Öfken dinmek bilmiyordu. Kendine gelemiyordun bir türlü. Toparlanman çok uzun sürdü. Ben verdiğim sözde durup dinledim, asla terk etmedim seni… Sen terk edinceye kadar beni… Tek kelime etmedim bana yaptıkların için. Sen ağlarken dayanamayıp, ben de ağladım için için…
İyileştin zamanla, işini tekrar kurdun. Kendine güvenin geldi, eski ukala haline döndün yavaşça. Baktım ki burnun kaf dağına doğru yükseldi, anladım benim de görevim bitmek üzereydi. Verdiğim sözün süresi böylece sona erdi… Gitmek için, senin beni göndermeni bekledim. Nankörlük elbisesinin sendeki duruşunu çok merak etmiştim…
Biliyordum aşk, yitik zamanlardan kalan en büyük bir sınavdı. Sınavımdın benim, sınavındım senin. Uzun yıllar boyunca sınandık durduk boyuna. Notum kaçtı hiç bilemedim ama sınavı geçtiğimi iyi biliyorum şimdi. Sense kaldın sınıfta…
Gerçek şu ki bu zorlu sınavın sonunda tam puanı kapan sabır oldu gitti…