SARI ÇİZGİNİN ÖTESİNDE / Yalnız Ağaç

0
274
SARI ÇİZGİNİN ÖTESİNDE / Yalnız Ağaç
SARI ÇİZGİNİN ÖTESİNDE / Yalnız Ağaç
      • Hristo! Bugün geç kaldın mezeleri hazır etmekte! Benim gibi oldun sen de be barba!
      • İçiyorsun ya işte, daha ne istiyorsun bre. Rakın önünde, peynirin, kavunun… Patladın mı? Öldün mü açlıktan? Ben senin karın mıyım da bağırıp duruyorsun bana bre…
      • Ah… Angela ah! Şimdi yanımda olsan da, kokunu çeksem içime, ağlasam doya doya göğsünde…
      • Zehir ettin kadına hayatı bre, utanmadan bir de ağlasam diyor… Git bul karını da ben de kurtulayım senden, böyle her akşam her akşam… Yettin be Artin! Yettin bre…

“Meyhaneler kendini yitirmişlerin evidir” derdi, büyük büyükbabam… Doksanına geldiğinde bile hâlâ haminnemin özlemiyle ağlar, bağırırdı babama ‘ Beni meyhaneye götürün ‘ diye… Oysa haminnem onu bu sevdasından vazgeçiremediği için terk etmiş, iki oğlunu küçücük yaşlarında geride bırakıp kaçmıştı zengin bir tüccarın evine. Sonrasını kimse bilmiyordu…

İçmekten hiç vazgeçmeyen bu inatçı ihtiyara, dedem ve büyük amcam bakmışlar, evin sorumluluğunu küçük yaşlarına rağmen onlar üstlenmişler “Hiç baba bilmedik” derdi dedem. Kırım harbinden kaçmayı başaranlar, hayatta kalanlarla evlendirilmiş o zamanlar, dışarıya kız vermek istemezmiş tatarlar. Büyük büyükbabam 17’inde haminnem 15’inde falanmış evlendiklerinde. İki küçük çocuk, evcilik oynar gibi evlenmişler. Birlikte büyümüşler… Hafif çekik gözlüydü büyük büyükbabam, ilerlemiş yaşına rağmen dinçti, ayaktaydı. Kapılara sığmayan koca bir adamdı. Bir kere bile hastalandığını görmemiş hiç kimse. Başında kalpağıyla gezerdi kışları. Gözleri derin, uzak, bilinmedik bakardı. Öldüğünde elinde sigarası vardı. Annem fark etmese bütün evi yakacaktı. Çocuktum 8 yaşlarında falan. Uyuyor sanmıştık koltukta, ama o çoktan göçmüştü öteki tarafa… Pikapta şarkısı çalıyordu. Evin içi çınlıyordu… Müzeyyen Senar’ın sesinden…

 

Kaç gecedir bu meyhaneye dadanır oldum. Bu koca adamı yâd etmeden duramıyorum nedense. Kanımda mı var yoksa git gide yaşlanıyor muyum? Büyük dedem gibi mi olacak benim de sonum. Çekiyor bir şeyler beni buraya? Dedem hiç içmezdi oysa. Babasına bakmaktan öyle çok çekmişti ki, rakının kokusu bile tutardı dedemi. Rahmetli ne rakı sofrasını ne de rakı sofrasında yapılan sarhoş muhabbetini hiç sevmezdi. Onu küçücük yaşında anasız-babasız koyan bu illetten adeta nefret ederdi. Çocuklarına da yasak koymuştu. Ne babam ne de amcam değil babalarının yanında, ondan ayrı bile içki içemezlerdi. Büyük büyük dedemin aksine, dedem uzun yaşamadı. Elli beşini göremeden göçüp gitti bu dünyadan. Küçükken geçirdiği zatürre peşini hiç bırakmamış, bedeni güçsüz kalmıştı. Babasının tam aksine büyüyememiş, ufacık tefecik, zayıf bir adamdı. “Tekne kazıntısıyım” derdi ama hiç şikâyet etmezdi kaderinden. Mütebessim yüzüyle kasap dükkânını tek başına çekip çevirirdi. Koca koca etleri o narin vücuduyla kaldırıp nasıl çengele astığına şaşardı müşterileri… “ Biz de tatar kuvveti var. “ derdi. “Güçlüklere alışkınız, yıkamaz bizi kolay kolay kahpe felek”. Bir gece ansızın gelen öksürükle çekip gitti sessiz sedasız bu olan bitene boyun eğen içe kapanık melek. Dilinde hep bu şarkı vardı…

“Rüzgâr kırdı dalımı, ellerin günahı ne? Ben yitirdim yolumu yolların günahı ne? “

Belki de hiç etmediği şikâyeti bu şarkıyla dile getiriyor, ama kimseler onun sesini duymuyordu. Hayatında bir kere bile ‘öf’, dememiş olan bu adam, kendini böyle avutuyordu… Kim bilir ailemizin kaderi belki de bu şarkıyla yazılıyordu.

Kafayı buldum herhalde… Kendi kendime sayıklayıp duruyorum. Oysa hala meyhaneci Hristoyla bir punduna getirip konuşamadım. Bu akşam konuyu açmaya kararlıyım, şu Artin’den bir kurtulabilsek, ortalıkda kimse yokken…

  • Başka bir şey ister misin beyciğim?
  • Yok, ustam ellerine sağlık hiç bu kadar lezzetli Levrek yememiştim.
  • Afiyet olsun be, şu baş belası Artin olmasa ben sana daha ne güzel yemekler hazırlardım ama…
  • Olsun Bay Hristo, sen bak o deli adama, müşteri veli nimettir sonuçta…
  • Ne kadar Beyzadeymişsin bre, kalmadı senin gibiler bu muhitte… Buradan mısın yabancı mısın pek kestiremedim de?
  • Gözün ısırmadı mı bir yerden? Şöyle bir bak bakalım endamıma, belki tanırsın?
  • Yok bre çıkaramadım valla, eskisi gibi de görmüyor gözlerim zaten.
  • Ben Sancaktar’ın torununun çocuğuyum…
  • Hangi Sancaktar?
  • Anlatması uzun sürer bir fotoğraf göstersem sana? Şu kucağında çocuk olan adamı gördün mü? İşte o Sancaktar, kucağındaki de benim…
  • Vay… Tanıdım! Hiç tanımaz mıyım? San-cak-tar! Çok yıl oldu göçüp gideli be ya… Ah! Sen onun torunusun öyle mi?
  • Torununun çocuğu!
  • Bak şu Mevla’nın işine, bana uzun bir ömür verdi de bugünleri gördüm emi? Çok sevindim bre. Deden, yani büyük deden mert adamdı kim ne derse desin. İçerdi, doğru çook içerdi. Ama yürekliydi be yav… Bu meyhane bana babamdan kaldı. Sancaktar ki koca adam, kapıdan zor sığardı. Delikanlıydım o vakitler. Beni çok severdi rahmetli. “Babanı geçeceksin sen” derdi bana. İnsan sarrafıydı. Bir baktı mı adamın gözünün içine şıp diye çözerdi yüreğindekini. Ah! Sancaktar ağa. Öyle derdik biz ona. Ağa falan değildi ha. Onun ağalığı bir tek meyhanede sökerdi. Senin haminnen onu bırakıp gittiğinde yıkıldı koskoca adam, sanki ufaldı, cebine al götür… Okka yani. Çok sevmiş demek ki… Neyse girmeyelim böyle şeylere…
  • Girelim Hristo efendi. Eğer siz müsaitseniz girelim olmaz mı?
  • Anladım be çocuk ben seni… Şu Artin’in mezelerini hazır edip hemen geleyim. Dırdırlanmasın daha fazla.
  • Hadi sen bak işine ustam.

Bu fotoğrafın çekildiği günü hayal meyal hatırlıyorum. Çok ağlamıştım çekilirken, korkmuştum herhalde. Bir adamın kapkara bir örtünün altına girip, bize boğuk sesiyle “gülümseyin” diye bağırdığını duyuyorum hâlâ. Üzerimize çevrilmiş ışıklar altında kan ter içinde kaldığımızı, çocukluğumdan kalan bu ilk fotoğrafı, aile fotoğrafımızı hiç unutmadım. Beni bağlayan bir şeyler var bu fotoğrafta. Babamın dik duruşu altına saklanmış annemin yüzündeki hüzün… Dedem sağ tarafta babamın hemen yanında onun babası değil de, oğluymuş gibi duruyor. Tebessümü hiç eksik olmayan yüzüne yapışmış adeta. Gözlerinin içi bile gülüyor. Büyük dedem azametli oturuşuna aldırmadan beni kucaklamış öylece duruyor. Övündüğü tek şey ben mişim gibi, benim için yaşamış onca yaşı sanki. Ben şaşkın, mahcup, bakıyorum mavi gözlerimle açılan bilmediğim dünyaya…

İçim sızlıyor nedensiz, balık burcu erkeğine özgü bir yangı gelip oturuyor yüreğimin tam ortasına. Yüreğim ağlıyor. “ Ne kadar sulu gözmüşsün sen de” demişti bana. “ Aşk maşk bunların hepsi palavra, yedik, içtik, gezdik, seviştik daha ne istiyorsun benden. Tapulu malın mıyım ben senin. Hadi herkes kendi yoluna.” Yolun başına varmadan daha köşe başında beni terk edip gitmişti. Tek bir kelime çıkmamıştı ağzımdan, öylece bakakalıp gidişini seyretmiştim. “Dur nereye”? Bile diyememiştim ardından…

  • Geldim işte bre. Sonunda kalamarını pişirdim koydum önüne, beyin salatasını da yaptım, artık bir şey istemez herhalde. Tek başıma yetişemiyorum bre, bu da başımın etini yer her gece. Karısı Eftalya çekti gitti, dayanamadı kadın bunun eziyetlerine. Pek titizdir. Yemeği, ütüsü, evin içi derken kadın bir de her akşam burdan toplar götürürdü eve. Yazık taşımazdı sarhoşu, biz girerdik koluna, sonunda bastı tekmeyi çekti gitti…
  • Haminnem gibi öyle mi?
  • Haminnen çok güzel bir kadındı, Sancaktar Ağa gibi boylu poslu, sarışın mavi gözlü bir fidandı. O da öyle sırtlayıp götürürdü koca adamı. Bazı kere birlikte içerlerdi, haminnenin sesi bir güzeldi ki sorma. Bakma sen, o da âşıktı Sancaktar ağaya… Öfkeli adamdı deden. Öfkesinin önünde kimse duramazdı, bir boğanın önünde nasıl durulmaz, dedenin de önünde durulmazdı… İşte aynen öyle…
  • Haminnem de duramadı öyle mi?
  • Duramadı. Kim olsa duramazdı. Yoksa iki yavrusunu, canı kadar sevdiği kocasını ardında bırakır da gider miydi? Nerdedir, kimledir hiç bilinmedi… Bakma sen o çıkan dedikodulara, yok zengin bir herife kaçmış falan… Yalan! Uydurma! Paraya pula bakacak kadın değildi o. Her şeyi, kendini terk etti gitti. Sana bir sır vereyim mi? Ben âşıktım gizliden haminnene, ilk kez birine söyledim ha! Onca yıl sonra… Hiç evlenmedim. Evlenemedim. Bende bir resmi var bilir misin? Göstereyim ister misin? Ağlama bre, dur ağlama getireyim hemencik…

Bu nasıl bir hikâye böyle! Haminnemin resmini göreceğim!

  • İşte bak! Sen fotoğraf sandın be… Ha, değil! Ben çizdim onu hem kâğıda karakalemle, hem kalbime canımla bir… Mühürlüdür o günden beridir bu can bu tende bre… Demek bunca zaman beklediğim senmişsin çocuk… Böyle dediğimi kızma ha! Kendi torunum gibi gördüm seni… Değil mi ki Canfidanın torunusun, benim de torunumsun…
  • Canfidan mı? Cavidan değil miydi haminnemin adı?
  • Değil! O nüfustaki adı. Kırım harbinden sonra onca yolu yürüyerek gelmişler bu vatana. Onca çile… Burası hepimizin vatanı çocuk… Sen, ben, biz, hepimiz, biriz… Neyse konuşturma şimdi beni… Asıl adı Canfidan, burada olmuş Cavidan…
  • O biliyor muydu âşık olduğunuzu?
  • Biliyordu bence, ama hiç gelmedi dile… Zaten ben çocuktum o koca evli barklı, çocuklu kadındı… Hem de Sancaktar Ağa’nın kadını… Bizim ne haddimize… Bizimkisi öyle uzaktan, Mecnunun Leyla’yı sevdiği gibi…
  • Peki ya dedem o biliyor muydu?
  • Yok, kimse bilmedi bazen ben bile unuttum onu sevdiğimi. Bak şu camdan kapının dışında bir ağaç var gördün mü? Ben oyum işte… Yalnız Çınar! Benim kendime taktığım ad… Bazı adamlar öyledir, bilirsin… Yalnızdırlar, etraflarına baksan peh! Bissürü insan, ama onlar yalnız yaşar, yalnız ölüler… Bir başlarına taşırlar koskoca dünyayı da, hiiiiç ses etmezler. Sanırsın umursamaz, bencil, öfkelidirler… Ama aslında sadece yalnızdırlar… Yapayalnız… Dur şu babadan kalma tozlanmış gramafonu çalıştırayım, gerisini sana o anlatsın…

Rûzgâr kırdı dalımı
Ellerin günâhı ne
Ben yitirdim yolumu
Yolların günâhı ne

Hep yâr peşinden koştum
Ben küstüm ben barıştım
Kendim dillere düştüm
Dillerin günâhı ne

Ne kış dedim ne bahâr
İçtim sabâha kadar
Erken ağardı saçlar
Yılların günâhı ne.

Beste: Selâhattin Erköse
Güfte: Fuat Edip Baksı