“Her insan bir kitaptır, kendi okuyucusunu dört gözle bekler” Ali Şeriati
Hayat bazen nerede bıraktıysak oradan tekrar başlar. Geçip gittiğini sandığımız, önemsemediğimiz anların bir gün bizi kıskıvrak yakalamasıyla fark ederiz aslında ne yaşadığımızı ve dahi ne yaşamadığımızı. Kim bilebilir ki kimin nasıl bir anısı olarak dönüp geleceğini hakikatin, bir gün karşımıza nasıl bir yüzle dikileceğini… Zaman öyle sonsuz bir hazine ki, engin şefkatiyle içimizdeki damlaların fırtınaya döneceğini bile bile hissetirmeden bize, koruyup kollar yapıp-ettiklerimizden bizi, kendimizden yine kendimizi… Söylediğimiz herhangi bir sözün ağzımızdan çıktığı anda, zamanın içinde kayarken daha, düştüğü yerde büyüyen bir tohum gibi canlanacağı, hayat bulacağı hiç gelmez mesela aklımıza. Ya da öfkemizin zulasında sakladığımız kelimelerin birer mermi olup karşımızdakini vurduğunu, nice canlar aldığını, nice yürekleri yaktığını, bir ceylanı aslanın pençesine attığını hiç bilmeyiz, bilmeden öylece yaşayıp gideriz… Bazen de biliriz ama görmemezlikten geliriz. Bir sözdür alt tarafı, söylenir bir yenisi gelir, bir başkası, yüzlercesi; binlerce kelime dökülür dudaklarımızdan an be an, bir ömrün kapılarını kaparız ardımızdan… Zamanın hazinesinden bolca savururuz hevaya, hevada asılı kaldığını umursamadan, sanki darıları saçar gibi kuşlara, konuşur dururuz durmadan.
Gençlik hızla akan bir ırmak gibi çağlayıp durur. Süratine yetişemeden yıllar yılları takıp peşine bir lokomotif gibi sürükleyip götürür. Ne zaman ki saçlardaki aklarla yüzleşiriz aynada, yüzümüzdeki çizgilere dokunuruz parmaklarımızın ucuyla, derinleşince iniltilerimiz sadrımızda sıkça; işte o vakit anlarız bize verilen ömrün bitimsiz olmadığını, savurup durduğumuzun en değerli şey olduğunu… Kendimizdir harcadığımız başkası değil, biz bizi savurup dururuz boşluğa…
Bu sabahım üç gün sonra vereceğim büyük konserin heyecanıyla başlamıştı oysa.. Şimdi ise bilinmez bir yolda peşine düştüm hakikatin…
- Ben bir kahve alayım, sütlü olsun lütfen. Teşekkür ederim. Size bir şey sorabilir miyim hostes hanım? Van havaalanında indikten sonra Tatvan’a nasıl gidebilirim acaba?
- Feribot seferleri var, ama Karayolundan da gidebilirsiniz herhalde. Havaalanındaki görevli arkadaşlardan daha iyi malumat alırsınız.
- Peki teşekkür ederim.
Şimdi ise evimden, güvenli bildiğim hayatımdan uzaklaşıp uçuyorum kilometrelerce uzağa, ilk gençlik yıllarıma…Kızımın alıp kapıya bıraktığı bu eski keman kutusunun elinden tuttum taşıyorum peşim sıra, kendi geçmişimin izini sürüyorum. ‘Bir adam geldi’ demişti kızım, kutuyu bırakıp teşekkür edip giden yaşlı bir adam… Şivesinden ne dediğini anlayamamış. Ben ise kutuyu görünce şaşkınlıktan başka hiçbir şey soramadım bile kızıma. Mektubu tutuşturup elime, okuluna gitti kızım.
Defalarca okudum, nezaketine hayran oldum. Gözlerimden bir damla yaş düştü mektubuna, ‘yola koyulman gerek ‘ dedi içimdeki sesim… Satır aralarında beni çağırdığını sezdim. Sessizliğin tam ortasında çınlayan çığlığın geldi kulaklarıma, çığlığına doğru gidiyorum, sana geliyorum…
“ Sadece siz bilin istedim efendim, affınıza sığınıyorum öncelikle. Size pek de hoş olmayan bir biçimde rahatsızlık veriyorum bunca sene sonra. Beni hatırlamanız pek mümkün değil zannımca. Bundan yaklaşık 20 sene önce siz daha yeni mezun bir müzik öğretmeni iken küçük kasabamıza gelmiştiniz. Sizin öğrenciniz olma bahtiyarlığına erişmiştim. Orta okul ikinci sınıftaydım o vakitler. Bizim ilk ve tek müzik öğretmenimizdiniz. Sizden önce Radyola markalı radyomuzdan başka hiçbir şeyimiz yoktu. İlk atamanızdı hafızam beni yanıltmıyorsa. İki yıl boyunca bize müzik eğitimi vermiştiniz. Hatırlayabildiniz mi acaba?”
Hiç hatırlamaz olur muyum? İstanbul’dan Tatvan’a trenle 3 gün 3 gece yolculuk yapmıştım. 23 yaşında idealist bir müzik öğretmeni olarak bir elimde şimdi tuttuğum keman kutumla, diğerinde ise eski tahta bir bavulla… Sizlere geleceğimden bihaber toy bir delikanlıydım… Gözümün önüne geldi şimdi o halim. Bizimkilerin Haydarpaşa garından beni uğurladıkları günü hiç unutmadım. Kendimi kahraman gibi görüyordum o zamanlar. Okuduğum romanların izinde bir çalıkuşuydum sanki. Hayalimde ünlü bir müzisyen olmak varken, işler düşündüğüm gibi gitmeyince, müzik camiasına kızıp vurmuştum kendimi bilmediğim yollara. Oysa hep konser salonlarında olmayı hayal ederdim. Konservaturdan mezun olduktan sonra iş bulamayınca öğretmenlik yapmaya mecbur kalmıştım. Ailemin ısrarlı karşı koymasına aldırmadan tek başıma bilmediğim bir diyara doğru yolculuğa çıkmıştım. Ta ki arkadaşlarımın mektuplarına dayanamayıp iki yıl sonra ansızın geri dönünceye kadar doğduğum kente, İstanbul’a…
“Ben duvar kenarında üçüncü sırada otururdum, gözlüklü, iki örüklü saçlarım ve birbirine bitişik kaşlarımla sınıfa giren her yeni öğretmen ilk beni fark ederdi… Adımı öğrenmeden önce yüzümü bilirlerdi, sağ yanağımdaki siyah et benimi görünce bir daha hiç unutmazlardı beni. Adım Hasene efendim. Nenemin ismini koymuşlar bana. Orta okuldan sonra kasabamızda lise olmadığı için okuyamadım, ama halk evlerindeki biçki-dikiş kursuna katılıp terzi oldum. Genç kızların gelinlik-nişanlık kıyafetlerini dikerim.Yani dikerdim. Kalbimde doğuştan delik olduğu için hiç evlenemedim. Talibim çıkmadı. Ailem öyle söyledi bana hep, ama ben bilirim çirkinim diye kimsenin beni almadığını. Olsun. Kaderimde ne yazılıysa öyledir zaten değil mi efendim?”
Nasıl incelikli bir ruh bu böyle, kaleminin ucunu açmış besbelli, özenerek yazmış, tane tane kondurmuş harfleri. Kim bilir belki de bütün ömrünce bu mektubu yazmak için bekledi. Okumaya doyamadım, düştüm yollara. Düşmem gereken gözlerden, kendimden utandım bunca yıl sonra…
Yılların geçtiğini fark edememek bir kusur olsa gerek. Maddi ihtiyaçlarımızı karşılamakla tükettiğimiz bir ömrü sürüyoruz. Sevdiklerimizin hayatlarını, kalplerine dokunduğumuz ruhların vebalini ödeyemeden bir gün göçüp gideceğiz. Kendi dünyamızı inşa etmek için kimbilir daha kaç ruhu feda edeceğiz? Her bir tuğla bir sözden, bir andan, bir hareketten ibaret değil mi kendi ellerimizle ördüğümüz duvarımızda? Dikiliveriyor bencilliğimiz, vurdum duymazlığımız işte hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza. Evimizde buluyor bizi. Tek bir mektupla. Berjer koltuğumuzda oturup, şöminemizdeki odunların çıtırtılarını dinlerken, kahvemizi yudumlayamadan bir ses olup, bir görüntü, bir resim, bir koku olup dikiliyor karşımıza, kaçamıyoruz vicdanımızdan eğer kaldıysa hala…
Karşılığını yine insandan insana bulan, bir hissiyat silsilesi bulup yakalıyor bizi perçemimizden, o sinsi nefsimizden…
“Sizi bunca senenin ardından rahatsız etmemin nedenine gelince. Bu keman’ı siz bana vermiştiniz. Kendi kemanınızı. Hatırladınız mı? Biz beş öğrenci idik keman dersi alan sizden. Bir tek benim yoktu kemanım. Siz de kendi kemanınızı vermiştiniz öğreneyim diye. Diğer arkadaşlarımın babaları kasabamızda memur olduklarından Ankara’dan getirtmişlerdi kemanlarını. Ama benim marangoz babam, ‘ Ben yaparım neyse o ‘ demişti. Birkaç ağacı kesip iç edince vazgeçmişti. Günlerce ağlamıştım, yalvarmıştım babama… Babam sizle konuşmaya okula gelip, olanları anlatınca kendi kemanınızı bana vermiştiniz çalışmam için.”
Van’dan Tatvan’a tek araç vardı eski bir Magirus otobüs. Tren yolculuğundan sonra dayanamayan midem yol boyunca bulanmıştı, yollarda ikide bir durdurmak zorunda kalmıştım otobüsü. Alay etmişti yolcular, hele bir de elimdeki kemanla uzaydan gelmişim gibi bakıyorlardı bana. Her gören içinde ne olduğunu soruyordu, kutusundan çıkarıp gösteriyordum onlara. Silah sanmışlardı galiba. Trende vermiştim ilk konserimi yataklı vagondaki 3 günlük zorunlu dinleyicilerime. Şansıma bir polis memuru vardı Ordu’lu. Mecburi hizmete giden, onunla geçirmiştim bütün vaktimi. Pişman olmuştum verdiğim karara, ama dönemezdim geriye, burda kalmak zorundaydım artık…
Okulu görünce geldiğime sevinmiştim. Hele çocukların o meraklı gözlerini, ağzımdan çıkan her bir cümleyi ezberleyişlerini, mütebessim gülüşlerini çok sevmiştim. Seni hatırladım Hasene, adını unutmuştum bu doğru. Ama seni hatırladım. Nedir manası diye sormuştum sana, ilk kez duyduğum ismin için. ‘Kuran’da geçiyor’ demiştin gururla.
‘ İyilik, güzellik demektir’ efendim demiştin. Bütün nezaketinle başını önüne eğmiştin.
“Hayatımda ilk kez bana verilen bir armağandı bu efendim. Ben 8 kardeşimden bana kalanlarla büyümüştüm hep. Hiç yeni elbise, ayakkabı, çanta kullanamamıştım. Aralarında okumayı ilk söken, ilk okulu bitiren bir tek bendim. Diğerleri dörde kadar zor gelmişlerdi. Kızkardeşlerimin okuması yoktu benden başka. Babam bir tek beni okutmuştu kızlarından. Ağalarım çalışmaya gidince yabana, babamın yanında bir ben kalmıştım. Bu yüzden tekne kazıntısı derlerdi bana. Radyoda türkü dinlerdim, sabahları ‘Bizim eller ne güzel eller, söylesin şirin diller’çalardı. Bizim yörenin türküsüdür. Bana okutmuştunuz bir keresinde derste, ilk kemanı o vakit görmüştüm. Siz çalmıştınız, ben okumuştum. Bütün sınıf alkışlamıştı bizi. Yanıma gelip ‘ Ne kadar güzel sesin var, adın ne senin’ demiştiniz. O zamana kadar bağlamadan gayrısını bilmezdik biz buralarda. Ama kemanı ve sizi çok sevmiştik. Sınıftan beş arkadaşı seçmiştiniz. Bize okul sonrası özel keman dersi vermiştiniz. Öğrenmek için canla başla çalışmış idik. Hele ben, tek göz odalı evimizden çıkıp, babamın ardiyesinde çalışırdım geceleri… Ahşap kokusunu içime çekerdim, soğuktan donmuş parmaklarımın ucunu nefesimle ısıtırdım gece boyunca…
İki sene çok çabuk geçti. Birgün siz birden kasabadan gidiverdiniz. Kimse bilmedi neredesiniz, nereye gittiniz. Kemanınız, emanetiniz benimle kaldı, biçare hatıranız. Çocuktum bulamadım izinizi bir daha. Çok aradım ama inanın efendim, bulamadım sizi.Ta ki 20 sene sonra Televizyonda görünce tanıdım hemen sizi, biraz yaşlanmışsınız. Ama ünlü bir kemancısınız artık. Sizi herkes tanıyor, seviyor. Bulmak zor olmadı adresinizi bu yüzden. Ben de teşekkür etmek istedim efendim. Emanetinizi bizzat babam getirdi size. Bize, küçük kasabamızda hiç bilmediğimiz bir dünyaya açmıştınız gözlerimizi. Hiç unutmadım ben sizi. Hele çaldığınız o muhteşem eseri. Sadi Işılay’ın Sultaniyegah Sirtosuydu değil mi efendim? Sizin gibi çalanı hiç duymadım. Gitarla, piano hatta kanunla bile çalanı duydum. Ama sizin kemanınıza benzemiyordu hiç biri. “
Hasene, sesin ne hoştu yüzünün aksine. Su damlası gibi söylerdin türküleri. İyi bir müzik kulağın vardı, akıllı bir kızdın. Sana öğrettiğim şarkıları çalardın, söylerdin sonra. Kırlara Doğru şarkısını öğretmiştim sana. En sevdiğim çocuk şarkısını. “ Serin eser rüzgâr, çiçek kokan kırlar, bekler bizi arkadaşlar, yolculuk var.” Ve bir gün gelen mektupla yola koyuldum. Beklediğim iş teklifi gelmişti, orkestrada çalacaktım. Hiç ardıma bile bakmadan, hoşca kal demeden kimseye ilk trene atlayıp gittim. Nasıl bir vefasızlık ettim?
“Son dersimizde sanki veda edercesine çalmıştınız bize, Mayısın son gününde… Gideceğinizi anlamıştım sanki, ağlamıştım duvarın dibindeki sıramda. Fark etmiştiniz ağladığımı ve yanıma gelip bizzat bana çalmıştınız hatırladınız mı? Yüzüme bakıp, gözyaşlarımı izlemiştiniz. Sicim gibi akıyorlardı buna rağmen siz çalmaya devam etmiştiniz Sultaniyegah sirtonun ilk bölümünü. Gözlerinizi ayırmadan gözlerimden, neden diye sormadan bana çalmaya devam ettiniz inatla… Biliyordunuz olanları. Sonra da güldürmek istemiştiniz beni, melodinin hızlanışıyla yüzünüzle komiklikler yapıp göz kırpmıştınız ardından. Hep böyle kaldınız ben de efendim.
Hiç unutmadım yüzünüzü, ne zaman ağlasam, kırılsa içim, yüzünüz geldi aklıma gülümsedim hayata efendim. Şimdi kasabada, hastanedeyim. Size bakıp gülümsüyorum yine. Öleceğimi biliyorum, olsun efendim, Sultaniyegah sirtoyu dinliyorum derinden. Kulağımda sadece sizin kemanınız…
Hoşca kalın.
Hasene…
Geliyorum Hasene, yaptığım vefasızlığın özrü yok biliyorum. Geliyorum işte kemanımla,kemanımızla sana çalmak için bir kez daha o çok sevdiğin eseri…
Bir daha güldürmek için yüzünü Hasene, bekle… Ne olur bekle beni…