İlk bakışta değil,
Son bakıştadır aşk.
Yani ayrılırken, sana nasıl bakıyorsa,
O kadar sevmiştir seni…
Nazım Hikmet Ran
Ne zaman ki yolum o köşe başından parka doğru inen yokuşa varsa, adımı taşıyan sokak levhasını görüp gülümserim her defasında. İçim bir hoş olur, istisnasız kalbim hızla çarpar, gözlerini görmeyi, ilk karşılaştığımız duvarın dibindeki o ana geri dönmeyi isterim umutsuzca… Beni fark etmemiş olmana aldırmam, ciddi adımlarla yürüdüğün halin gelir gözlerimin önüne. Seni kaybetmemek için koşturuşumu görürüm ardından… İyi ki takılmışım derim peşine, yoksa hayatımın akışını değiştirecek o üç günü yaşayamadan göçüp gidecekmişim bir başıma…
Sırtındaki kamburu daha o gün, ilk bakışta fark etmiştim. Bunu sana söylemedim. Hiç fark etmediğimi söylediğim yalanını da bunca yılın sonrasında itiraf ediyorum işte… Seni kusursuz görmek istemişim olmalıyım… Oysa sağ kürek kemiğinin üzerinde küçük bir tepecik yapan kamburun, haki asker kabanının altına saklanmış, sol omzunda taşıdığın gitarın onu daha da öne çıkartmıştı… Başın önünde yürürken hızlı hızlı sallanan sağ kolun yana kaykılıyordu, arada sırada sendeliyordun, bozuk yolun çukurlarından kaçmak için zıplayarak yürüyordun.
Kabanınla uyumlu haki renkli berenin altından sarkan kıvırcık kumral saçların, aslan yelesi gibi savruluyordu, sırtını gördüğüm bu görüntünün yüzünü görmek isteğime engel olamadan takıldım peşine. Aynı konseri izlemeye gidiyor oluşumuzu düşledim nedense… Yıllardır beklediğim beyaz atlı prensim sendin belki de… Perçemlerin öyle uzundu ki yüzünü görmem mümkün değildi. Kulaklık takıyordun, kulaklıktan ses dışarıya çıkıyordu ama sen kendi sesinden başka hiçbir şeyi duymuyor, boyuna şarkıyı mırıldanıyordun…
Vapur iskelesine geldiğimizde seni kaybetmemek için adımlarımı hızlandırdım. Lülelerinin altındaki gözlerini görmek istiyordum, çok istiyordum, neden bilmiyordum. Sonbaharın en güzel günlerinden biriydi pastırma yazından kalma… Hava serindi. Güneşin sıcaklığını hissedeceğimiz birkaç kısa günden birini kaçırmadan, yüzümü güneşe verip bir kertenkele gibi ısınmak ne güzel olur diye içimden geçirmiştim ki, güvertede buldum kendimi…Senin tam karşında…
Balıkçıl yaka siyah bir kazak giymiştin, uzun kumral saçlarının altındaki yeşil gözlerini işte tam da o an fark ettim… Sanki biliyormuşum gibi ‘evet!’ dedim içimden… Zaten başka türlüsü olmazdı ki… Beni görmen için bir şeyler yapmalıydım. Kendi iç dünyana öyle kapanmıştın, dış dünyaya öyle yabancıydın ki, seni koparıp almak ve kendi içime saklamak arzusuna engel olamadım. Yüzün hep yere bakıyordu, sanki güzelliğinden utanıyordun. Kirli sakallarının altındaki teninin beyazlığını görebiliyordum. Başka hiçbir kız bakmazdı belki yüzüne, annem olsa ‘ ne bu böyle saç sakal karışmış birbirine’ derdi, ‘kız mı oğlan mı belli değil’… Benim içinse sen, dünyaya başka gözlerle bakan gizemli biriydin. Bulmaca çözmek gibi heyecan verici, şaşırtıcı ve çok çekiciydin…
Karşında oturduğumu fark etmedin, beni adeta görmezden geldin. Ben de kaset çalarımı çıkarıp çantamdan senin az önce dinlediğin şarkıyı açtım, kulaklıklarımı takıp dinlemeye başladım. Senin gibi davranacaktım, hiç görmemişim gibi yapacak, hatta kitabımı çıkarıp göz ucuyla sana bakmaya devam ederken okumaya başlayacaktım. Kaldırıp başını denize bakman uzun sürmedi, döndün yüzünü, rüzgâra verdin saçlarını, güneşin altında altın renginde parlıyorlardı… Ben de kaldırdım başımı, bir heykel gibi duruyordun işte tam karşımda…
‘Prometheus!’ dedim aniden… Biraz yüksek sesle söylemiş olmalıydım ki dönüp bana baktın… Kızardı yanaklarım, gözlerini gözlerime dikip gülümsedin, içimden ılık ılık akıp geçtin… Zeus’tan ateşi çalan, insanlığın bekasını sağlayan ilk devrimci Prometheus gibiydin… Tanrılara karşı gelen bir kahraman… Zeus’un çarmığa gerip her gün bir kartala yenilenen karaciğerini yedirttiği işkenceye uğramış Prometheus’tun artık, benim kahramanımdın… Gülümseyişine, gülümsememle cevap verdim. Kulaklığını çıkarttın, bana da çıkartmam için elle işaret yaptın. Çıkarttım hemen kulaklığımı…
- ” Bu kadar yüksek sesle müzik dinleme” dedin samimi sıcacık sesinle…
- ” İşitme kaybına neden olur ilerde.”
İşte kahramanım beni korumaya başlamıştı bile… Daha ilk cümlenle beni kendine hayran bırakmıştın. Sanki tanışıyorduk kadim zamanlardan, Olympos dağında eksik kalmış bir aşkı yaşıyorduk? Rüya gibiydi her şey, kalbimin çarpıntısına aldırış etmeyip kaptırıp kendimi gözlerinin ışıltısına…
- ” Klasik gitar mı çalıyorsun” diye sordum sana…
- ” Hayır! Akustik gitar” dedin. İşte o anda sana âşık oluvermiştim…
Vapurdan inene kadar neler konuştuğumuzu hatırlamıyorum bile, her şey o kadar güzeldi ki kanatlanmış bir güvercin gibi uçuyordum mutluluktan. İlk görüşte aşk bu olsa gerekti… Sana neler anlattım neler kim bilir? Az konuşuyordun ama sen de gözlerini benden alamıyordun. Vapur Karaköy iskelesine yanaştı, en son biz indik vapurdan. Ve Galata’ya doğru yürümeye başladık… İkimiz de aynı konsere gidiyorduk, bu inanılmazdı! Mucize böyle bir şey olmalıydı…
Filmlerde izlesem saçma bulurdum, senaryoyu yazanların abarttıklarını düşünürdüm. Ama işte gerçekti, karşımda duruyordu ve bu mutluluğu yaşayan bizzat bendim…
Galata Kulesi Sokak Şenlikleri vardı, üç gün üç gece süren… Yerli ve yabancı birçok grup müzisyenin konserlerine gelen gençler, kule dibinin kahvelerinde oturacak yer bırakmamışlar, kaldırımlara, hatta sokağa taşmışlardı.
İkimiz de daha önce çıkmamıştık Galata Kulesine. Konserin başlamasına epeyce zamanımız vardı. İstanbul’a seninle Galata Kulesinden bakmak müthiş bir fikirdi… Manzara mı büyülemişti beni sen mi bilemiyorum? Ayaklarım yerden kesilmişti. Bir sanat tarihi öğrencisi olarak kule hakkında bildiklerimi anlattım sana. Hezarfen Çelebi gibi uçmak üzereydim, bir kanatlarım eksikti… Çevremizdeki turistlerin fotoğraf çekiyorlardı durmadan, el ele göz göze hallerinden, birbirlerine sarılıp öpüşmelerinden, bizi de sevgili sanmalarına gülüştük… Sonra birden elimi tuttun ve beni oracıkta öptün…
Sevgilim oldun, kaşla göz arasında, böyle bir anda…Seni bırakmak istemiyordum korkuyordum yitirmekten. Sıkı sıkı tuttum elini… Kaybolacakmış gibiydin…Birbirimize hiçbir söz vermedik, hiçbir beklenti içinde olmadık… Hiç soru sormadık… ‘Zaman çok kısa’ demiştin, ‘Bırak da yaşayalım…’
Üç gün üç gece konserleri izledik seninle, cebimizdeki paramız bitince gitarını kılıfından çıkarıp çalmaya başlıyordun istiklal caddesinde… Kurt Cobain intihar edeli bir kaç ay olmuştu şunun şurasında. Nirvana’nın şarkılarını ezbere çalıyordun… Başımızda durup bizi dinleyenlerle sohbet ediyordun…Müzik hakkında ne çok bilmediğim şey varmış meğerse… Bambaşka bir dünyanın ortasında bulmuştum kendimi. Bambaşka insanlar tanıyıp, başka serüvenlere doğru yol almıştım… Senin sevgilin olduğum için çok şanslıydım…
Üçüncü günün akşamında son konser bittiğinde, Galata’nın sokağında bana özel konser verdin. Bir şey anlatmaya çalışıyordun sanki… Ağlıyordun bir yandan, sözler çok zor çıkıyordu ağzından… En sevdiğim şarkıyı söyledin bana… Sonra kulağıma eğilip ‘Seni Seviyorum’ dedin…
Bunun veda olduğunu anlamıştım… Hiçbir şey sormadım, öyle anlaşmıştık çünkü… Bana simitle beslediğimiz kumruları göstererek ‘ Kumrular tek eşlidir’ demiştin… Onu hatırlattın,
- ” Unutma, kumrular tek eşlidir “dedin bir kez daha
Ne zaman penceremde yuva yapan kumruları izlesem, David Bowie’nin ‘The Man Who Sold The World’ şarkısını mırıldanır dururum… Nirvana’nın yorumuyla, kulaklarımda notaları dönerim tekrar anılarıma…
Biliyorum ki kumrular tek eşlidir nasılsa !