Irakta bıraktım yarımı.
Yaramdan yar sızar,
Yar sızım,
Yarın sızı.
Yar yuvasız kanadına tutunduğum.
Serçe parmağı kırık sırça kuşumun,
Tükendi yüreğimin kırıntıları.
Kıyısındayım benden kalan son umudumun.
Bırakın damlasın kanım,
Kandığım zamanlar kadar sızım.
Sızıyorum canına an be an…
Ansızın bir damla sıçrıyor kanımdan,
Büyüyorum içre halka halka anılarından,
Issızlığım çınlıyor kulaklarımdan…
Yarsızım,
Yarınsızı,
Yarım yardan aşağıya kaydı…
Yürüyordun. Yürümeye doyamıyordun. Aşınmazdı yollar yürüdükçe, biliyordun. Sen ki daha çok aşınıyordun yollardan. Attığın adımlarla parçalanıyordun zamandan. Atmadıklarını sırtına yüklüyordun. İnatla, yüklerinle yürümeye devam ediyordun. İncinmiş anılarını ayıklıyordun belleğinden. Bir yandan, yana açılmış kanatlarını yolan bir kartal gibi arınıyordun eskiyen kusurlarından. Yaşın 40’ a gelmişti. Küllerinden doğan Anka kuşu misali ikinci bir hayatı bahşeden Yaradan’a şükrediyordun. Ya şimdi ya hiçbir zaman diyerek gaganı taşlara vura vura parçalıyordun kimsesiz dağların zirvesinde. Bekliyordun sabrın kuşağını bağlayarak yaralarına, aç bil aç tek başına… Yeni gagan çıkmaya başlayınca, eskimiş pençelerini söküyordun yerlerinden… Çektiğin acılar dayanılmazdı. Sen dayandın, hiç kimseye sırtını dayamadan. Seni öldürmeyen acı güçlü kılardı. Gücün inancındaydı. Gönlünün kanatlarının altındaydı yolunu ışıtan. Yoldun işe yaramaz, eskimiş ne var ne yoksa elinde olanları… Bekledin çıksın diye tertemiz başkaları…
Yürüyordun. Yürümeye doyamıyordun. Aşınmazdı yollar yürüdükçe, biliyordun. Kulağındaki melodi seni nereye götürürse o yöne doğru yürüyordun. Dağ yollarına sapıyordun istemsizce. Hiç kimsenin girmeye cesaret edemediği yarlara doğru ilerliyordun. Düşmek, bir daha ayağa kalkamamak vardı serde, sen yürüyordun inanarak işittiğin içindeki o sese…
Bir gün sarp kayalığa rastladın. Aldırmadan yükseklik korkuna çıkmak istedin zirvesine. Başındaki bulutlar cezbediyordu seni mavi gökyüzünün üzerinde. Gel dercesine elini uzatıyordu… Haleli doruklarından büyülenmiş bir halde sana göz kırpıyordu. Kim bilir manzara nasıl da güzel görünüyordu oradan. Yavaşça tırmanmaya başladın, dikkatliydin hiç olmadığın kadar. Canını yakmamaya kararlıydın. Sanki seni beklemiş gibiydi sarp kayalıklar. Kolayca tırmandın, ortasına gelince soluklanmak için mola verdin kendine. Manzaraya bir göz atmak istiyordun, ölesiye merak ediyordun. Bunca zahmetin ceremesini almak istiyordun bir an önce… Sırtını kayalıklara dayadın, ilk kez yaslandın birine. Hayatında hiç bu kadar yükseğe tırmanmamıştın. Şaşırdın cesaretine, övündün yapabildiklerinle. Yüzünü döndün manzaraya büyük bir iştiyakla. Bir de ne göresin! Sıradan, alabildiğine soluk, düzlükte kalmış kurak bir yayladan başkası yoktu karşında… Sen hiç bilmediğin bir diyarı düşlemiştin oysa. Denizi görmeyi umuyordun uzaktan bile olsa, çağlayanları, yemyeşil ovaları, ovalarda otlayan kuzuları, bin bir renkli kır çiçeklerini… Beklediğin cennet bu değildi.
Çektiğin bunca zahmete değecek bir güzellik yoktu, kandırmıştın kendi kendini… Daha yükseğe tırmanmak faydasızdı artık. Zirvesine çıksan ne yazardı, orada en tepede yaşayamazdın, kanatların yoktu uçamazdın. Kendini kartal sanmaktan vazgeçme zamanıydı artık… Gerçeklerle yüzleşmenin acını hissettin, sızladı için… Kızdın kendine ölesiye. Şimdi aşağıya inmek daha da zor olacaktı. Yorulmuştun, açtın, susuzdun, gücünü kaybediyordun, inancını yitiriyordun. Zirveye çıkmak kolaydır her zaman inmekten, biliyordun. Bir anda gözün karardı, yükseklik korkun seni çepeçevre sarmalamıştı. Tutunduğun, sırtını dayadığın, güvendiğin kayalık ufalanmaya başladı. Başına taşlar düşüyordu tepeden, ayağının altındaki toprak kayıyordu…
Gözünü açtığında yerde yatıyordun, başını kaldıramıyordun ağrıdan. Üstün başın kan içindeydi. Diken tarlasındaydın. Ayağa kalkmak için ellerini kullandın, kanadı bütün parmakların. Tırmandığın sarp kayalıklar, güvendiğin dağlar seni aşağıya atmıştı. Hem de koskoca bir diken tarlasının üzerine. Öfken acını geçmişti. Vücudunun her zerresi kan içindeydi, dikenler ayaklarına batıyordu sen yürümek istedikçe. Biri görse bu halde seni, bir kirpiye benzetirdi. Yaşamak arzusu acını yendi, kendini kurtardın diken tarlasından. Temizlemeye başladın vücudundaki dikenleri. Bağıramıyordun bile, kendine kızıyordun delicesine. Kendi düşen ağlamazdı, ama sen ağlıyordun acıdan, öfkeden, hırsından, utancından… En çok da utancından ağlıyordun… Kendini düşürdüğün durumdan, zedelenmiş gururundan, kaybolan hayallerinden, yitip giden onca zamandan…
Her şeyin bir şifası vardı oysa. Bu can bu tende durdukça şifa sana gelecekti hiç beklemediğin bir anda… Yeter ki sen bil kendini, nefsinin oyunlarından kurtul. Övünme tavus kuşu gibi, arada bir ayaklarının çirkinliğini gör de, böbürlenme kanatlarının güzelliğiyle…
Bir su sesi duydun uzaktan, kanayan ayaklarınla son gayret yüzünü çevirdin sesin geldiği yöne. Bir çağlayandı bu kendi kendine akan, ırmak olup taşan… Seni çağırıyordu, belli ki denize doğru gidiyordu. Canının acısıyla, susamışlığınla koştun kalan son gücünle ırmağa. Kana kana içtin billur sudan, kanayan yaralarına sürdün şifalı sudan. Yanan bağrına merhem oldu, soğuttu yüreğinin yangınını. Atıverdin kendini suya, bıraktın suyun akışına… Su her damlasıyla yaralarına şifa oluyordu. Alıp götürüyordu seni gittiği yere. Güneşin ateşinden, toprağından dikeninden koruyordu seni… Sadece akıyordu… Kendini akışa bırakanları deryaya taşıyordu.
Katre olanlar bilmezler ateşi, külü, dumanı. Acıyı, derdi, gamı, tasayı… Varsa yoksa ummana varmaktır emelleri. Ummanda yok olup ummana karışmaktır. Katre, dokunduğu yere şifa olandır. Katre bilmez bile katre olduğunu, ummanın içinde umman olmaktır katrenin sonu…
Esin kaynağı; içteki melodi Farid Farjad / Robabeh Jan