SARI ÇİZGİNİN ÖTESİNDE / Karanfil Kokulu Nergis

0
98
SARI ÇİZGİNİN ÖTESİNDE / Karanfil Kokan Nergis
SARI ÇİZGİNİN ÖTESİNDE / Karanfil Kokulu Nergis

Kaybolmak yaşarken daha,

Güpegündüz silinmek hafızalardan,

Sil baştan başlamak hayata!

Mümkün olsa…

Bırakıp gidemeyeceğimi bile bile çaresizliğimle dolaşıyorum hiç bilmediğim sokaklarında bu kentin… Kimsesizler gibi parklarında yatıyorum üç gündür bir çatının sıcaklığından uzakta… Kayboldum sevdiğim ve sevmediğim bütün yüzlerin kırışıklığında. Kulaklarımda sesleri çınlıyor hâlâ… Gözümü kapattığımda yuvarlanıyorum sonu olmayan bir çukurdan tepetaklak aşağıya… El ediyor birisi, çıkmak için uzatıyorum elimi tekrar itiyor beni, kahkahalarında boğuluyorum… Sarı bir ışık yanıyor cılız, o tarafa yürüyorum…

Güneş battı, evler ışıklarıyla aydınlandı… Akşamın serinliği yaladı geçti yanaklarımı, çocukluğumdaki okul dönüşleri gibi sevinç kapladı her yanımı… Bir yuvanın sıcaklığındaydı anılarım, babamın sesi annemin ıslak nefesi geldi oturdu boğazıma, düğümlendi boğazım…

Ayağıma takıldı minicik bir sokak kedisi… Kucağıma aldım, üşümüş. Yok ki benim sana verecek sütüm. Anneni mi kaybettin benim iki gözüm? Yoksa sevgisizlikleriyle seni de mi sokağa attılar?  Yok mu senin de kardeşin? Benim sana verecek sevgimden başka neyim var? Isındın mı göğsümün üstünde? Yüreğimin yarasını duydun, acısını hissettin değil mi sen de? Şuncağızı bile sevmekten uzak bir güruh yaşıyor şu koca kentte… Varsa yoksa korunaklı şatolarındaki dere beyliklerini sürdürme telaşı… Aman düzenleri bozulmasın, eksilmesin cüzdanlarındaki para sakın! Bir lokma ekmek için sürdürülen onca tantana…

Saçma!

Her şey bir oyundan ibaret kim çıkarsa bu oyunun dışına fırlat at sokağa…

Soru sorma! Sorgulama! Soysuzluğa ey başını, sakın ha titanların hükümranlıklarından ayrılma! Kendini yarı tanrı sayanların uygarlığı bu işte… Hapsoldukları rollerinde prangalarla bağlılar köleliklerine…

Ziyandalar!

Bilmiyorlar!

Göz alabildiğince geniş bahçelerinde içkilerini yudumlarken servis ediliyor her gün beyinlerinden kalplerine kokuşmuş sahte hezeyanlar… Kim sahici? Onlar mı biz mi? Kim yabancı bu evrene? Onlar mı biz mi daha yakınız insanlığın özüne? Çoktan ayaklar altına aldınız onurunuzu, her an damlamakta toprağa kanınız, ağlıyor bir köşede utancından insanlığınız…

Beş paraya sattınız vicdanlarınızı. Hırsınızdan hırsızlığa doğru durmadan yol aldınız. Kimse durduramadı sizi, önünüze ne çıktıysa savurup bir kenara attınız… Bakalım daha kaç gün kaç gece sallanacak veballerimiz üzerlerinizde… Uyuyamayacaksınız gözlerinizi ne kadar da yumsanız. Kâbusunuz olup çörekleneceğiz başınıza. Usulcacık kaçacak dilinizin ucundan sakladığınız yalanlarınız… Saklanacak bir yer bulamayacaksınız, fare delikleri bile kabul etmeyecek sizi. Kendi karanlığınızla boğulacaksınız yüzdüğünüz sığ sularda… Biz aç olduğumuz için siz toksunuz o duvarların ardında…

Öf be kedicik, açlık başıma vurdu benim, söylettin beni kötü kötü akşam akşam… Oysa şimdi sıcacık bir mercimek çorbası ne iyi giderdi değil mi? Sıktın mıydı limonu içine kaşık kaşık içersin, mis gibi karabiberi de üstüne dökersin… Hele fırından çıkmış taze pideyle, yumul yumulabildiğince… Zil çalıyor karnım… Üç gündür bir lokma geçmedi kursağımdan…

Mutfaklardan kokular sızıyor dışarıya, hangi evde ne yemek piştiğini söylüyorlar bana… Biz dışardayız, onlar içerde… Ve hiç bir zaman içerde olamayacağımızı vuruyorlar yüzümüze… Alıyor musun sen de kokuyu? Hamsi kızartıyorlar işte şu evde. Bak! Pencereyi açmışlar kokusu sinmesin diye evlerine… Oysa balık kokusu çıkmaz öyle kolay kolay, hele kızartırsan tavada, sirkeli su kaynatsan da çıkmaz çoğu kere… Akşam yemeği çıktı sana kedicik, şanslısın gene… Hadi koş açık duran pencereye, insaflıysa ev sahibi, bu akşamlık açlıktan kurtuldun bile…

Rahmetli dedem sirkeli su hazırlattırırdı haminneme, tuttuğu balıklarla ne zaman eve gelse, haminnem romatizmalı bacaklarını sürüye sürüye kaynatırdı suyu… Balığa çıktığı günler sokağın başında beklerdim dedemi. Bilirdi köşe başını tuttuğumu, sözde saklanırdım ben de oyun olsun diye… Yakalandığımda saçımdan öper, elime tutuştururdu helva kabını… Ceplerime çok sevdiğim kuşlokumlarını gizlice koyar ‘hadi bir an evvel varalım eve’ diye koştururdu beni. Eve varınca da doğru tavan arasına çıkardım. Renklerine göre seçerek yerdim lokumlarımı basma minderlerimin üzerinde… Önce yeşilleri, sonra turuncuları, kırmızıları, en son limonlu sarıları yerdim… Sarıyı ne çok severdim… Belki de bu yüzden kapımızın önünde açardı baharda nergis soğanları…

Sarı Sarı açarlardı… Kokusuyla bütün mahalleyi sararlardı… Sokağa girenler soluğu bizim kapının önünde alırlardı… Keskin ıtırlı kokusunu sevmezdim nedense, ama renklerine bayılırdım. Yeşil kılıç yapraklarının arasındaki dimdik duruşlarına, uzun boylarına ve kendini beğenmiş havalarına adeta âşık olmuşçasına hayran baka kalırdım… Çok kısa ömürlü olmalarına bir türlü alışamamıştım. Ne zaman yapraklarını döküp ölseler, hıçkıra hıçkıra ağlardım. Bir sonraki baharı beklemek zulüm gelirdi bana. Bir hikâye uydurmuştum avutmak için kendimi…

Karanfillerin kokusu mest ederdi beni. Öyle mütevazıydı ki duruşları, incecik saplarında eğik boyunlarıyla dik duramazlardı ya bir türlü üzülürdüm onlar için, ama uzun yaşarlardı… Üstelik yeniden yeniden açarlardı…

Karanfil kokan nergis bahçelerim olsun isterdim… Alabildiğince büyük olan bahçemde sarı renklerinin içinde kaybolup gideceğimi, kalın saplarının altına saklanıp hiç bitmeyecek yiyeceklerle orda öylece yaşayacağımı düşlerdim. Karanfil kokan nergislerim hiç ölmeyecekler, beni bırakıp hiç gitmeyeceklerdi… Karanfiller gibi yeniden yeniden açacaklar, o dik duruşlarıyla beni hep kendilerine hayran bırakacaklardı…

Kaybolmak yaşarken daha,

Güpegündüz silinmek hafızalardan,

Sil baştan başlamak hayata!

Mümkün olsa…

Nergis Olamayan Karanfiller
Nergis Olamayan Karanfiller