Arabayı sen kullanıyordun. Yağmur henüz yağmaya başlamamıştı. Susuyordun, elin direksiyonda gaz pedalına biraz daha dokunuyordun. Biraz daha… Gittikçe artıyordu sürat, nereye gittiğimizi soramamıştım sana. Sonun yaklaştığını bildiğim gibi, senin gibi benim gibi susuyordum ben de, sen gibi…
Neden diye soramamıştım sana. Günlerdir bitmeyen bağırmalarına bir kez olsun ses çıkaramamıştım… Beni sevdiğini söylüyordun her haykırışında suratıma, tokatların patlamıyordu belki ama hemen ardından başlıyordun beni aşağılamaya… İnandırmıştın beni bir kere, sevginin böylesine… Sarmalarken bedenimi, ruhumu esir almıştın bin kere…
Suçlu olduğuma öylesine emindim ki, vereceğin her hükmün cezasını çekmeye hazırdım sanki…
Sahi suçlu kimdi?
Kıskançlıklarına öylesine alışmıştım ki, önümden başka yere bakamaz olmuştum yolda yürürken. Tanımadığım erkekler yüzünden utanmak zorunda kalırdım kendimden. ‘Kim di o? ‘diye başlayan sorularına, ‘ne bileyim ben’ diyememekten bile yorgun düşmüştüm, başım önümde küsmüştüm…
Sanki güzel bir kadınmışım gibi, sanki bütün erkekler hep bana bakıyormuş gibi, sanki ben yosmanın tekiymişim gibi, sanki sana ihanet ediyormuşum gibi utanıyordum gözlerimden, bakışlarımı kaçıyordum gördüğüm her erkekten.
Arabanın sürati gittikçe artıyordu… Sonum yaklaşıyordu…
Yağmuru işte tam da o anda fark ettim. Silecekleri çalıştırdığın vakit… Fonda Pink Floyd çalıyordu. Sen koymuştun CD’yi. Arabayı çalıştırmadan önce kendi ellerinle seçmiştin. Yüzüme bakmadan, ne dinlemek istersin diye sormadan. Sanki daha önceden planlamışsın gibi, sanki daha önceden yazılmış bir senaryoyu oynar gibi… Bir leitmotifti Final Cut… Sonuna gelmiştik CD’nin, ne var ne yoksa yaşanmış onca şeyin sonuna gelmiştik… Sevginin, aşkın, güzelliklerin, çekilmiş onca çilenin, verilmiş sözlerin, kurulmuş hayallerin, bitmeyen ayrılıkların, çektiğimiz fotoğrafların, gittiğimiz ve gitmediğimiz yerlerin, pek tabii ilişkinin sonuna, belki de hayatın, bilinmezliğin sonuna… Sonuydu, gün batımındaki iki güneş her şeyin…
Two Suns In The Sunset, çalıyordu… Saksafon suskunluklarımızı bize anlatıyordu… Benim yerime o, çığlık çığlığa söyleyemediklerimi yine bana haykırıyordu. Araba efekti motor gürültüsüne karışıyordu. Motor bile ağlıyordu…
Ağlıyordum… Neden diye soramadan ağlıyordum durmadan… Gözyaşlarımla birlikte son sürat gidiyorduk asvalt yolda… Gün çoktan batmıştı, karanlıkta tek bir ışık bile yanmazdı, neden yanmazdı sahi sokak lambaları?
Hıçkırmadan ağlıyordum, çaresizlikten, bitmişlikten ağlıyordum, bitmiştim gerçekten…
Ağlıyordun, soluma dönüp baktığımda sen de ağlıyordun… İşte o zaman rahatladım biraz. Bir elin direksiyonda, gözlerin cama mıhlı ağlıyordun. Gözyaşlarını görüyordum karanlıkta. İçinin parçalanışını duyuyordum ıssızlığında. Acıyı paylaşmaktan, senin de çektiğin ızdıraptan belki de pişmanlıklarından ağladığını düşününce içimden bir ferahlık geçti rüzgâr gibi, bıraktım kendimi olacaklara…
Hiç bitmesin bu şarkı diye geçirdim içimden, hep ağlayalım birbirimizi ezmeden. Böylesi daha adildi. İki insan ağlarken, birbirine bakıp karşılıklı konuşmalarına gerek kalmıyordu sanki… Eşitleniyordu ilişki, sen ben çatışması yaşanmıyordu. Ağlıyorsa iki kişi, ceza ortadan kalkıyordu.
Susuyordun, ölümüne hızlandığını biliyordum. Senin için kurtuluş buydu. İkimiz için biçtiğin son virajı dönememekti… Beni terk edemediğin için kendini cezalandırmaktı niyetin… Ben de emniyet kemerini çözdüm ve bekledim dönmeni son virajımızı…
Şarkı bitmek üzereydi. Yol bitmek üzere. Karanlık bitmek üzereydi. Uzaktan sokak lambaları sarı bir ışık vermekteydi…
Gazdan ayağını çektin, arabayı kendi hızına verdin. Uçuruma doğru sürüklenirken, tam virajı dönemeyecekken, direksiyonu kırkın sola aniden… Yavaşladı araba… Durdu bir ağacın tam yamacında…
Kalp atışlarımız durdu bir anda, CD durdu…
Başladı hayat yeniden oynamaya…