Gelirken gördüm onu; üzerinde suskun bulutların izleri vardı. Elimi uzatsam, konsa parmağımın ucuna uçup gidecekti bakmadan ardına… Serçe ürkekliğindeydi gözleri, duydum yüreğimin atışında yüreğindeki o derin sevgiyi… Yalnızdı. Umutsuz değildi asla, kırılmış sırça kanatlarının altına sakladığı ışıltısını hiç kimse görmemişti daha… Hüzünlü bakışlarını gizleyip eğdi başını usulca, gözlerimiz birbirinden ayrı düştü… Sevilmeyi bekleyen çocuksu adımlarıyla hızlı, kararsız geçip gitti nefesimden… Üşüdüm birden!
Gelirken gördüm onu; gülümseyişini gördüm çok uzaktan. O görmedi, yanımdan umarsızca geçerken fark etmedi beni… Duruşunda gizleyemediği sevdalarını izledim birer birer, dimdik omuzlarında taşıyordu çektiği acıların izlerini. Yakalamak için açtım avucumu, damladı ilk aşkından kalan gözyaşı… Elinden tutmuştu sevdiğinin, Arnavut kaldırımlarında yürümüşlerdi kordon boyunda, neşeli kahkahalarıyla gelip oturmuşlardı sahildeki banklara… Piyasa caddesini yaz âşıkları süslerdi, uzanırdı Sarıyer’e kadar boylu boyunca…
Gelirken gördüm onu; geniş kemerli burnunun üstündeki cam çerçeveden bakan, çapkın gözlerinin içindeki gizemli maviliği gördüm… Denize dalardı ansızın insan, ürperirdi teni o bakışa. Dibe doğru çekerdi seni, çıkamazdın su üstüne bir daha… Boğulmak vız gelirdi enginliğinde denizinin… Soğuğuna alışınca üşümeye aldırmadan atardın bir kulaç, bir kulaç daha… Kapılıp akıntıya, karaya çıkmayı ummadan, ummanda gözden kaybolup giderdin…
Aldanışını gördüm, en sevdiğine canını verebilmenin erdeminde asılı kalmış düş kırıklığında buldum onu; sabahın serinliğinde… Boğazın sularına kendini atmayı bekliyordu, bir kurtaran olmasın diye dua ediyordu. İyi yüzdüğünü bile bile yitip gideceğini zannediyordu. Bir balıkçı motorunun onu fark edeceğini aklına getirince, ölmekten umudunu kesiyordu. Sonra salkım söğütlerin altında verdiği sözleri hatırlıyordu. O aşk dolu sözcüklerle yüreğinde yeniden sevda ateşi tutuşuyordu. Beyaz tenindeki parıltıyla uyandığı sabahlara geri dönüyordu, hani yorganı bırakmak istemediği, onu sevdiğini en çok söylediği sabahlara… Artık yanında olmasa da sevgisi yeterdi nasılsa. Dünya onun için ayaklarının altında savaşan bir nefer değil miydi? Altından tahtına kurulmuş taçsız kraldı sevdiğinin gözünde, bu ona yeterdi…
Gelirken gördüm onu; yanımdan geçmeden daha hayatını izledim bütün ayrıntılarıyla. Ne yaşadıysa hepsini bildim, birlikte yaşamıştık ne de olsa… O beni bilmese de ben onu bilirken o benden çok uzaktaydı…
Öyle genç, öyle hırslıydı ki Büyükdere’nin bütün ahşap evlerinde o yaşamıştı sanki. Çocukluğunun merdivenlerini tırmanıyordu attığı her adımda, trabzanları minik elleriyle tutup, basamakları sayarak çıkıyordu en üste; hep en üstte olmayı seviyordu… Küpeşteye oturup kayıyordu sonra bir daha sil baştan aşağıya… Düşe kalka büyür ya çocuklar, düşmeyi öğreniyordu, diz kapaklarının ağrısından geceleri uyuyamıyordu… Ben biliyordum çektiği sıkıntıyı, yumruklarken oracıktaydım diz kapaklarını. Yastığının kenarına düşerdi gözlerinden incecik damlaları… Hiç sesi çıkmazdı, kimse bilmezdi hastalığını…
Ayağını kıracaktı bir günde, yine de korkusunu yenercesine korkuluklardan korkmayarak inadına çıkacaktı en tepesine… En tepede olmak tek hayaliydi onun. Annesinin bağırışlarına aldırmayarak, öz güvenine sıkı sıkı sarılarak kendini boğazın sularına bırakacaktı. ‘Yüzmeyi öğrenmek için atlamalı’ diyen babasını haklı çıkartarak, korkusuzca yüzecekti dalgalara karşı… Hayatla dalga geçmeyi çok seviyordu, ölüme razı oluşuyla adeta ölüme meydan okuyordu… Çocukluğunun cesaretine sığınıyordu, korkacağı günler gelecekti bir gün nasılsa…
Büyüdüğünde, bu büyük şehrin büyük esaretinde, kendinden kendine bulamadığı cesaretiyle kaybolacaktı ara sokaklarda… Sığındığı merdiven altlarındaki köpeklerden kaçacaktı ilkin, ağlayacaktı köşe başlarında, kimse olmayacaktı yanı başında. Sevgisini delik ceplerine dolduracaktı, attığı her adımda ardında izler bırakacaktı… Çekirdek çitler gibi sevgisini dişlerinin arasında ezip, kabuğunu Galata köprüsünden denize atacaktı… Bir oltanın ucuna takılacaktı bir gün, balık avlamaya çıkacaktı ama kendisinin av olduğunu çok sonra anlayacaktı… Bakkaldan aldığı misinanın ucuna kurşunu bağlayıp, boğazın sularında dertlerine derman arayacaktı. Yakaladığı istavritleri yeşil plastik leğenine koyacak, evin yolunu tuttuğunda mutluluğu daim olacaktı. Okuldaki gülümseyen kızın gözlerinde sevdasının ilk ışıklarını bulacak, ama bir serap olup kalacaktı ettiği teklif, alay edecekti kız üstelik abisinden bir ton dayak yiyecekti. Kırılan kabuğuna aldırmadan yürüyen salyangoz kibriyle gittiği yoldan dönmeyecekti asla… Gururla devam edecekti yoluna, hep hatasız olduğunu düşünecekti… Başkalarının kusurlarında var olmak varken, kendi yanlışını aynada nasıl görecekti? O hep en zirvedeydi…
Geceleri bir başına yürüyecekti sokaklarda, elleri ceplerinde kendi şarkısını arayacaktı adının baş harfine gizlenmiş notalarda… Bir ney sesi gelecekti uzaktan, nereden geldiğini bilmeden o sese doğru yönünü değiştirecekti… Duyduğu sesin kendi sesi olduğunu anladığında ise yolun sonuna geldiğini fark edecekti, adının anlamını ancak o zaman öğrenecekti…