I
Aslında şairler denizlerden gelir, duyguların sonsuzluğundan ve derinliğinden…
II
Göz ile göğün ağladığı zamanlarda Yeseninli kahveler, Attila Jozsefli istasyonlar, Annabel Lee ile seslenmeler… Son paragrafın acısını yanıma alıp çakıl toplayan delilerin yalnızlığıyla dolaşıyordum. Ayrılık çeşmesine varmıştım, bütün çeşmelerin ayrılığa aktığı kaynak olan göz diyarlarında yolumu kaybetmiştim. Uykusuz betimlemeler, usumu uzak ülkelere kovmuşluğum, özlemenin ustası olan aptalca bekleyişlerim arasında gidebilirdim…
III
Şairler kendi dünyalarının yalnızlığı ve kalabalığında dolaşırlar, bahar gelmeden baharı yaşamanın yollarını arıyordum. Bahariye yokuşuna doğru Can Bahar’da yaşamak, kitapların mevsimini…Erkan Ocaklı’dan Deli Nadya’ya, Madam Nora’dan, Niko’nun kemençesine yol almak, hüzünleri alıkoymak sonsuzluğa…Bu arada iyiliğe doğru koşan mastarlar tükenmez…Değil mi?
IV
Bir semtin ayrılık çeşmesi kadar güzel insanlar da tanıdım, fıratın dicleyi bulması gibi uzun ve zahmetli bir yolculuktan gelen gecenin anlam işçisi şairleri eşliğinde güneşin yalnızlığına bir şeyler fısıldadım, mazoşist ifadeler kaldı ve babamın içinde ölmüş şiirlerinden bahsettim kendime: “ alın savurun beni ufuklara, dalgalara atın beni, kaybolsun kişiliğim ve tekrar bana dönsün acılarım…” ilk ve son kez söylemişti, bu ifadeler karşısında, babama daha çok sefer yapmak isterdim lakin dışa vurmak onun dünyasına aykırı bir eylemdi…Deniz aşırı kadınlar, kocaları kocaman okyanus…Babannemin ismi Bahriye, dedem denizci: anlamsal çağrışımlar ve yazgı…Değirmenler gibi duygular da eksildi, belki bundan öldü içimizdeki şiirler…
V
Üvey olmaz bizim dünyamızda, olsa olsa “üvercinka” ve üveyik olur, kuşlar misali…