“SEVGİMİZİN, AŞKIMIZIN ÜSTÜNDEN, HAYAT GEÇTİ, ÖMÜR GEÇTİ, YAŞ GEÇTİ…”
“BU YORGUN, KIRIK DÖKÜK MEKTUPTA ADIN BENDE SAKLI…”
Çiçeğim,
Böyle seslenirdim sana, adını taşıdığın o narin çiçeğin adını kısaltarak. Birlikte yollarda yürüdüğümüz o kaygısız zamanlarda, her sabah sokağınızın başında beklerdim seni. Kırmızı palton ve siyah atkın olurdu üzerinde mevsim kışsa. Çoğu kişi sevmez kışı, ben çok severdim o zamanlar.
Senin bir kış gününe ait fotoğrafın gözümün önündedir. O gün karlı bir sabaha uyanmıştık. Evinden çıkıp seni beklediğim köşeye ulaşıncaya kadar, güzel siyah saçlarını beyaza çevirmişti kar. Gözlerinle gülerdin hep. Yine güldün ve ışıldadı gözlerin. İşte o halin, bir fotoğrafa dönüştü içimde. Hiçbir ressamın çizemeyeceği, hiçbir usta fotoğrafçının kaydedemeyeceği o kısacık an, hep yüreğimde taşıyacağımı o zamanlar bilemediğim, yaşı olmayan bir resme dönüştü. Çok sonraları, ne zaman seni çok özlesem, ne zaman kendimi yalnız hissetsem, hep o resmi çıkardım yüreğimden, gözlerimin önüne astım. Dediğim gibi, o karlı sabahta bunu bilmiyordum henüz.
Çok gençtik. Sözcüklerin ağızdan çıktığında, yürekten çıkmış sayıldığı dik başlı yaşlardaydık. Ve ikimiz için de kurşun ağırlığındaki sözcüklerin geri alınamayacağı inatçı bir mevsim yaşandı. Yaz ayındaydık aslında ama kışa döndü sen gidince. Dönmedin, bir daha hiç yaz gelmedi benim için. Mevsimin kışa döndüğü o yaz, evlendiğini ve başka bir kente taşındığını öğrendim Ben de terk ettim mahalleyi. Yaz gelmeyecekti bir daha nasıl olsa.
Aradan uzun yıllar, başka kentler ve başka yaşamlar geçti. İsteseydim bulabilirdim izini. İstemedim. Ama unutmadım. İnsanların dilinin en çabuk çözülüverdiği, yüreğinde yer edeni döküp saçtığı anlarda bile seni kimseye anlatmadım. Sustum. İçimden, hiçbir zaman gönderilmeyecek sayfalar dolusu mektuplar yazdım ve hepsini yüreğimde, çok derinlerde bir yerlere sakladım. Bir kez daha okumadım hiç birini. Yazdım ve sustum. Giderek sana dair daha az cümleyi geçirdim aklımdan.
Onca yıl sonra, dün o kasabada gördüm seni. Bir çay bahçesinde, yanı başımdaki masada oturuyordunuz ikiniz. Yorgun ve bıkmış görünüyordun. Sanki yaşam akıp giderken, bir yerlere takılmış kalmış gibi, kısa cümlelerle susuyordun. Gözlerin yine çok güzeldi ama parlamıyordu artık. Üzerinde siyahı parlaklığını yitirmiş bir manto vardı. Giysiler de sahibinin ruh halini yansıtıyor sanırım. Eskirken giyenin ruhu ile birlikte yıpranıyorlar sanki. Bir çay içimi oturdum o bahçede. Sonra, seni yine başka ve bilmediğim bir yaşamın içinde bırakarak ayrıldım oradan. Yıllardır içimde sakladığım tüm yazısız mektupları savurdum gökyüzüne. Sessiz sözcüklerim bu kez sahipsiz olarak bulutlara doğru yola çıktı. Orada bir araya gelerek bu kez yeni ve umut dolu cümleler kurarlar belki. Sonra, yağmurlara karışırlar ve başka sevdaların üzerine yağarlar. Belki de tanıdık bir sözcük, gelir seni bulur, kim bilir?
Hoşça kal çiçeğim.