“ŞARKILAR BİZİ SÖYLER”
Yaşamımız boyunca çoğu kez, farkına varmadan, belleğimize aktardıklarımız tanımlar duygusal zenginliğimizi. Sesler, örneğin. Çocukluğunuzun sokaklarını getirin aklınıza. Bir zamanlar, ne çok satıcı geçerdi, farklı zaman dilimlerinde üstelik. “Eskiciii!, eskiler alıyom, şişelere mandal veriyom.eskiiicii!” Eskiciler, sadece şişeleri değil, ev halkının eskimiş, küçülmüş giysilerini de değiştirirlerdi mandallarla, naylon sepet, leğen, porselen veya çinko tabaklarla. Kollarındaki kocaman sepetti taşıma araçları, sonraları çek çek arabaları ile gezer oldular ve bir gün birdenbire kayboldular ortadan. “Yoğurtçuuu!!!, Silivri yoğurduuu!!” yoğurtçular, omuzlarında terazilenmiş , iki taraftan sarkan yuvarlak tepsilerde taşırlardı yoğurdu. Ellerinden birinde, kısa aralıklarla salladıkları, gelişlerini duyuran çıngırakları olurdu. Evin hanımının verdiği kap teraziye konur ve yoğurtçu, küçük bir malayı andıran kepçe ile doldururdu içini. ”Lahmacuunn, sıcacuuukkk!!!” her sokaktan geçerdi lahmacuncular. Çoğu beyaz önlük giyer, kollarındaki beyaz, oval kutularda satarlardı lahmacunlarını. Oduncular vardı sonra. Sonbaharın kışa dönmek üzere olduğu aylarında ortaya çıkarlar, omuzlarındaki baltalarla, bahçelere yığılmış odunları ya da kütükleri parçalarlar, hem odunları, hem de alınmış ise, kömürleri odunluklara taşırlardı. Lağımcılar bile vardı. Tıkanmış lağımlarla ya da bir zamanların küçük Anadolu şehirlerinde yaygın olan bulaşık çukurları ile ilgili sorunları, şıp diye çözerlerdi. ”Dondurmaccııı!” biz çocukların yolunu dört gözle beklediği satıcılardı dondurmacılar. Küçücük, iki tekerlekli, çoğunlukla mavi arabaları olurdu. Kornet külahların henüz üretilmediği dönemlerde, genellikle akşam üzerleri geçerlerdi kapıların önünden. Macuncu, başının üzerine yerleştirdiği bez halkanın üzerinde taşırdı tepsisini, portatif iki ayaklı bir sehpacığı koluna geçirir, renk renk macunları, hiç acelesiz, uzatarak dolardı saza benzer kısa çubuklara. Pamuk helvacıları izlemek en zevkli olandı. Çalışan basit düzeneğin ortasındaki yuvarlağa dökülen toz şeker ve bir parça pembe boya, hızla döner, izleyemediğimiz bir hızla, örümcek ağına benzer incecik bir kıvamda, uzatılan çubuğa bulut gibi dolanırdı. Yerken burnumuza yapışırdı ve sinir bozardı, o da başka sorun. Simitçi, her an geçebilirdi. Uçan baloncu, rengarenk uçan balonları ve karton ayakları yere basan, koca kulaklı tavşan balonları ile geçerdi sokağımızdan. Alınan uçan balonlar, odamızın tavanına yapışır,ipi yere uzanır, ama ertesi sabah uyandığımızda, üzülerek yerde bulurduk onları. “Bileyci, bileyci, bileyyy!!” Bıçaklar ve makasları keskinleştirenlerdi onlar. Kalaycılar gelirdi sonra, kap- kacak, şimdiki gibi çelik, teflon, emaye , vb değildi, Bakır kaplar, belli aralıklarla kalaylanmak, parlatılmak isterdi.Kalayı gitmiş kaplarda pişirilen yemeklerle zehirlenmekten korkulurdu. Cam damacanalarla satılan sular, evlerdeki küplere boşaltılırdı, ağızlarına gerilen beyaz tülbentlerden süzülürek .Balıkçılar geçerdi, hallaçlar geçerdi. Yastık ve yorganlar, yün veya pamuktandı, zaman zaman dikişleri sökülerek bahçelerde güneşlendirilir, kabartılır ve sonra yıkanarak kurutulan kılıflarına geçirilerek dikilirdi. Kış akşamlarının sesi “Booozaaa!!” olurdu.Bizim mahalleye , sadece cumartesi akşamları saat 18.00 civarında gelen asık yüzlü, suskun bozacı getirirdi bize bozayı. Bir rivayet, o hafta almamak için kapıyı açmayanların payını kapılarına dökermiş ama Allahtan, biz hiç görmedik.Gazeteler, yeni yetme gençler ya da çocuklar tarafından, bağıra çağıra satılırdı. “Yazıyooor, yaazıyorrr!!” merak uyandıracak haberleri ezbere seslendirirdi gazete satıcıları.Bütün bu seslerin her biri, yaşadığımız döneme tanıklık ederlerdi. O sesler, çizgiye, resimlere dönüşerek anı belleklerimize yerleştirirlerdi. Satılanların kokuları, renkleri, biçimleri , bizde uyandırdıkları keyif yer bulurdu içimizde. Satıcılarla kurulan kısacık, hatta anlık iletişimler, yaşamlarımızın belki de ilk ilkel alıp vermeleriydi. Satıcının, sattığı ile kurduğu bağı izlerdik, bize sunuşunu, bizim ondan aldığımız andaki hallerimizi izleyişini, zaman zaman anlattığı kısa bir fıkrayı, bize yaptığı küçük şakaları, keyifli zamanlarda sorulan bilmeceleri önemserdik. Onlar, sokağımızın sesleriydi ve hep oraya ait olmalıydılar sanki. O yaştaki bizler için, alıştıklarımızın her zaman alıştığımız yerde ve biçimde, hatta anda olmasının yarattığı ferah olma hali, güven duygusu… Zaman zaman, satıcıların öyküleri de merek edilirdi, anlatılan ya da anlatılmamakla birlikte kulaklara değen ayrıntılar, aslında farklı yaşamların da olabildiğini öğretirdi çocuklara, ister istemez…
Her mahallenin sokakları, güvende olunan ortamlardı ve gönül rahatlığı ile oynardı çocuklar. Kavgalar olur, itişilir, bağrışılır ama bir şekilde, zorunlu olarak uzlaşılırdı. Bilgisayar çağına girilmesine daha çok uzun yıllar vardı ve ilkel sayılabilecek malzemelerle, olağan dışı oyun gereçleri yaratılırdı . Mısır püskülü saçlı, gövdesi pamuk dolu patiskadan, kolları bacakları dallardan bebek yapılırdı örneğin. Çam iğnelerini iç içe geçirerek kolye ve bilezikler üretirdik. İçi su dolu bir bitkiyi patlatır, kıvırarak kulaklara küpe yapardık, Gazoz kapaklarına, su ile karıştırılmış toprak sıkıştırarak sözde pasta pişirirdik, üzerlerine, tavuk yemleri dizerdik süs olarak. Kiremit parçalarını şekillendirir, yerlere resimler çizerdik. Lastik parçasını düğümler, bacaklara geçirirdik, arkadaşlarımız üzerinden atlardı. Lastik diye küçümsemeyin lütfen, çok keyif alırdık. Tahta üzerine çiviler çakılırdı, genellikle erkekler, fiske atarak para sektirirlerdi. Şimdi pek çok çocuğa sıkıcı gelebilecek bu etkinliklerden hiç bıkmazdık . Oyunların çoğunu, rahatlıkla bulunabilecek malzemelerle biz yaratırdık çünkü, emek verirdik ve severdik. Kendi sokağımızda olan, güven verici ve rahatlatıcıydı. Bildiğimiz evler, teklifsizce oynanacak bahçeler, bizi kendi çocuklarından ayırmayan komşu teyzelere sahiptik. Bahçelerden yemek kokuları taşardı evlere ve komşuda pişen, bize de düşerdi. Paylaşmak, gün içinde duvardan duvara ses olmak, öğleden sonraları bahçelerde paylaşılan söyleşmeler, hep bize ulaşan kısa, yalın yaşam dersleriydi.
Şimdi hep birlikte ve bir başına, güvensiz, meraksız, dört duvar arasında, kimsenin yaşamına değmeden, en ufak bir alan ihlalinde kızmaya , küsmeye hazır yaşanıyor sokaklarda. Satıcılar, eski çeşitlilikte değil. Karpuz-kavun satıcıları. Bozuk bilgisayarları çek-çeklerine atmış eskiciler var en çok. Şansınız varsa, balığın bol olduğu zamanlarda, seyyar balıkçı görebilirsiniz en fazla…
Ve şarkılar… Bizim şarkılarımız da vardı. Oynamaya ara verir, bir kenara oturur, avaz avaz şarkılar söylerdik, seslerin başka başka tonuna aldırmadan, bazen hep bir ağızdan, bazen de tek tek, şarkılar söylerdik. Çocuk şarkıları ya da büyüklerin şarkıları, söylerdik ve mutlu olurduk. Televizyonlar yaşamlarımıza henüz dahil olmamışken, radyolar hep açık olurdu ve her telden çalan müziğe çok alışkındı kulaklarımız. Ondandır, türküleri, şarkıları ve klasik müziği yadırgamadan severek dinlememiz, nota bilmesek te, aynı makamdan olan şarkıları eşleştirebilmemiz, sözleri ve müziği bir arada düşünebilmemiz. Geçmişin resimlerini çizer ve anılarımıza eşlik eder müzik.
Uzak geçmişinizden bir anı seçin şimdi ve içinizde çalmaya başlayan kendi şarkınıza kulak verin. Sahi, sizin şarkınız hangisi?