“SEVMİYORUM SİZİ ARTIK, GÖZLERİMİ GERİ VERİN…“
Size bir mektup yazmak, düne dek aklımın ucundan bile geçmezdi. Ancak, son günlerde süreklilik kazanmaya başlayan olumsuz davranış biçiminiz, birlikte uyumlu çalışma umudumu bir kez daha ve ne yazık ki onarılmaz bir umutsuzluğa dönüştürünce, daha önce anlatmayı bir kez denediğim (anlaşılan odur ki, hiçbir işe yaramamış) size hiçbir zaman söyleyemeyeceklerimi de mektuba dökmeye gerek duydum. Biliyorum, bu ilk ve aynı zamanda son mektup ve sizin bana ve uzlaşmaya kapalı yapınız nedeniyle size ulaşması mümkün değil.
O konuşmaya,” Sizi çok mu yoruyorum?” cümlesi ile başlamıştım. Şaşırmıştınız. Cılız bir “Yoo” sözcüğü çıktı sizden. “ O zaman, neden bana söylenecek cümlelerinizi başkalarına ve ulu orta söylediniz?”
Ve devam etmiştim.” Yapılarımız çok farklı. Ancak ben sizi, kendi yapınızın dürüst bir örneği olduğunuz için seviyorum ve saygı duyuyorum. Hayır, sizden karşılık beklemiyorum. Çünkü bu sizden sevgi talep etmek anlamına gelir ki, bugüne değin kimseden bu yönde bir talepte bulunmadım. Sevgiler hep kendiliğinden geldi bana. Farklı yapılardayız ama iş gereği uzlaşabilir ve uyumlu çalışabiliriz. Beni anladığınızdan emin olmak istiyorum” diye bitirmiştim. Ama anlamadığınızı ve anlamak istemediğinizi içten içe biliyordum.
Beni en çok kızdıran şeyi yapıyorsunuz sürekli olarak: Niyet okuma. Düşüncemi sormadan, “Ben ne demek istediğini biliyorum” tavrı. Benim gibi genelde sakin kalabilen birini çileden çıkaracak tek şey bu…
Sakınarak, çalışma düzeninizi bozmamak ve sizin hoşlanmadığınızı çok belli ettiğiniz varlığımla rahatsız olmanızı minimum düzeye indirmek için, hep uygun zamanı bulmaya çalışarak, adete bir hayalet gibi süzüldüm yanı başınıza.” Uygun olduğunuzda, birlikte bakabileceğimiz zamanda çalışalım” cümleleri ile bıraktım masanıza ortak dosyalarımızı. Uygun zamanınız hiç olmadı.
Ve dün ben de dayanamadım, sizin ses tonunuza yakın bir tonda isyan ettim yüksek sesle : ” Ama yeter artık, empati kurmaya çalışmaktan çok yoruldum. “ Cevabınız; “Hep siz haklısınız zaten. Herkes hep haklı, ben hep haksızım “ oldu. Olağan koşullarda benden beklenecek davranış, kısa bir ara sonrasında sizinle konuşmayı denemek olurdu. Ama bu kez, içimden gelmedi . Hiç bir yararı olmayacaktı, aksine kuracağınız cümlelerle aramızdaki kriz , istenmeyen boyutlar kazanabilecek, büyük olasılıkla ben içime dönecektim.
Tartışma sonrası, kalbime bir ağrı düştü ve uzun süre geçmedi. Elbette psikosomatik ağrılardı. Zavallı kolumu dolmuşta bir yerlere çarpınca duyduğum acı ile kesildi o ağrı. Ağrı, acı görünürde geçer zaten.
Ama tortusu kalır yürekte. O her şeyden acı.
Sonra, zorunlu bir ziyaret yaptım. Karşımdaki kişi,” Siz, … okuru musunuz” dedi. Bir sözcüğümden çıkarmış bunu. “Okurum ve çok severim” dedim. “Hatta, onun bir kitabının çağrıştırdıkları üzerine, uzun bir mektup yazmışlığım da vardı. O dönem çalıştığı gazeteye, emin ellere, ona ulaştırılmak üzere teslim etmiştim. Ancak geri dönüşü olmadı” . “Ama o çok naif biridir. Ona uygun bir davranış değil bu”. “Hatta, onun senaryosunu yazdığı bir film vardır. Bir bölümüne, sevdiğim başka bir yazarın bir öyküsü yerleşmiştir” . “A, bilirim o filmi” dedi. “Evet güzeldir”. Sonra, yazarın denemelerinden bir cümleyi ezberden okudum. “Ben yakından tanırım yazarı. Hatta, gelecek hafta görüşeceğiz. Sizden bahsedeceğim ona.” Güldüm ve “ Bugün yaşadığım umutsuzluğun üzerine, sizinle söyleşmek çok iyi geldi. Yazara selamımı söyleyin. Bana, 2001 yılından kalma bir cevap borcu var” .
Dönüş yolunda, aklıma takıldı o şiirin o dizesi:
“Olmayacak şey bir insanın, bir insanı anlaması.”