“YARIM KALAN SAADET”
Çocukluğumun sadece her yıl, bir yaz ayına sığan ve doyamadığım İstanbul anılarının önemli insanlarındandınız siz. Annemin anneannesi, bizlerin “haminnesi” idiniz. O günlere ait belleğimdeki size dair resim, siyah başörtünüzü gevşekçe bağlayışınız, genellikle kederli yüzünüz, özellikle efkarlandığınızda fazlaca tüttürdüğünüz ” Gelincik” sigaralarınız… Agah Paşa çıkmazındaki, kızınız ve damadınız ile yaşadığınız (Torunlarınız çoktan yuvadan uçmuştu, o tarihlerde) iki katlı, küçücük ahşap evi her ziyaretimizde, peynirli sigara börekleri kızartırdınız. O böreklere tat veren, sizin eliniz miydi, yoksa çocukluğun bazı tatları özel kılışı mıydı? bugün bile bilmiyorum. Bildiğim, bu börekleri şimdi eskisi kadar keyifle yiyemediğim…
Çok kısa bir süre evli kalabildiğiniz, doyamadığınız ilk eşiniz zabit Sabri Bey, Yemen cephesinde şehit olup, sizi minik kızınızla yalnız bıraktığında, seçme şansınız olmadığı için rahmetlinin ailesi ile yaşamak zorunda kalışınız, “kaim validenizin”, benzerleri arasındaki bilinen en kötü örneğe bile nerede ise rahmet okutacak kadar insafsız oluşu… Bugünkü, ev işlerini kolaylaştırıcı teknolojik nimetlerin çoğunun adının bile bilinmediği o dönemlerde, kayın valide, kayın peder, kayın biraderler, eltiler ve çocuklarından oluşan o büyük ailenin, sadece çamaşırlarını yıkamanın bile başlı başına eziyet olduğu, can acıtıcı, bitmek bilmeyen zamanlar… Bahçede kurulan kazanlar ve leğenlerin başında, diğer gelinlerle birlikte canınız çıkarken, ensenizde boza pişirme görevini üstlenmiş,” kaim validenin” azarları: “O ne o, öne? (Öyle) Hala bitiremediniz, şuncacık çamaşırı. Ne surat ediyorsunuz? Çamaşırların hepsi de size ait. Şu gömlekler bey babanızın, şu içlikler benim, şu pantolonlar ağabeylerinizin…” Siz, o zamanlar da sakinmişsiniz. Tıpkı, hatırladığım gibi.
Bir gün, bulabildiğiniz tüm cesaretinizi toplayıp, yanınıza sadece, minik kızınızı ve rahmetli eşinizden size kalan tek anı olan o fildişi tarağı alıp, baba evine gitmek istemişsiniz. Ne yazık ki çok kısa sürede, geri dönmek zorunda kalmışsınız. Öyle ya, o dönemlerde (ve yine, ne yazık ki, günümüzde de çoğu evde geçerli olduğu gibi) “kadın kısmının evden çıktıktan sonra yerinin, artık eşinin evi olduğu” kabul edilirmiş.
Bir kaç yıl sonra, daha on yedi yaşında iken, üçüncü çocuğunu doğuramadan Hakkın rahmetine kavuşan, ardından çok ağladığınız rahmetli komşunuz Emine Şerife Hanımın dul eşi, iki çocuk babası – ki, o çocuklardan biri anneannemdir- Şehir Hatları Vapurunun çarkçıbaşısı Rasim Bey ile evlenmeniz aşamasında, ilk eşiniz Sabri Beyin ailesi, hep birlikte üzerinize gelerek, biricik kızınızı sizden kopardıkları için, onunla çocukluğu boyunca ara sıra kaçamak buluşmalarla görüşmeleriniz yüzünden, o yılların eksikliğini ve soğukluğunu, ikiniz de hiç bir zaman gideremeyecektiniz. Kızınız yetişkin olup, yuva kurup anne olduğunda, aynı evde birlikte yaşayacak ve sanki, aslında sizin suçunuz olmayan, çocukluğunun soğuk gecelerinin özürünü dilercesine, kalan ömrünüzü, üç torununuza ve tüm evin işlerine verecektiniz. Kızınız, belki de bilinçaltındakilerin yönlendirimi ile tüm sorumluluğu size bırakarak, o yılların acısını çıkaracaktı istem dışı olarak.
Yıllarca, anneannemin oturma odasının duvarında asılı duran, o fotoğraftan ve anlatılanlardan anladığım kadarı ile, benzerleri gibi duygularını dışarıya hiç yansıtmayan, sevgisini mavi gözlerinin ardında gizleyen, aslında ailesi ve çocuklarını (kızınız da dahil) ayırmadan çok seven Rasim Bey, sizi de hoş tutmuş. Eski ortamınızdan sonra, inanamamışsınız bu mutluluğa. Evliliğinizin ilk günlerinde, üst kattan size “neredesiniz Zübeyde Hanım?!” diye seslenen Rasim Dedeye cevabınız; “ Buradayım bey, tel dolabımıza ve yemeklerimize bakıyorum” olmuş. Kızınıza duyduğunuz özlemi, geceleri, anneannemin küçük kardeşi, kızınız ile yakın yaştaki Fehmi dayı ile, aynı yatakta uyuyarak ve ona sarılıp, sıkça ağlayarak dindirmeye çalışmanız, o fildişi tarakla sevdiğinizin anısına tutunarak güç almaya gayretiniz ve “yemekleri seyrederek” sevgi dolu bir yere ait olma isteğiniz, buna duyduğunuz ihtiyaç, hep çok işlemiştir içime. Haminnem, gerçekten de istediğiniz, düşlediğiniz bir hayat mıydı yaşadığınız? Siz gittiğinizde, bu soru henüz oluşmamıştı içimde, daha çok gençtim, şimdiki ben olma yolunda bile değildim. Ama, Sabri Beyi, hep kalbinizde sakladığınızı biliyorum. Anneannem, bir dertleşme anında size sormuş: “Anne, öbür dünyada, sana seç deseler, kimin yanında olmak istersin, babamın mı, Sabri Beyin mi?” Gülüşünüz yüzünüzü aydınlatmış ve gözünüzü kırparak cevaplamışsınız: “ Ötekinin (yani Sabri Beyin) “. Yaşanamayan ve yarım kalan ya da isteğimiz dışında öylece, aniden bitiveren aşklar ve mutluluklar için, hep “yarım kalan saadet” şarkısı çalar içimizde.
Yazmaya başlarken, niyetim belliydi: Hiç bir zaman ulaşmayacak bir mektupla sizi anmak. Ama çok isterdim Haminneciğim, siz gitmeden sizinle daha derin bir bağ kurabilecek yaşta ve duygusal yakınlıkta olabilmeyi, inanın çok isterdim…
Bunu size hiç söyleyemedim ama bilin istedim: Sizi seviyorum.