Sahibine Ulaşmayacak Mektuplar / “Bir Göçmen Kuştu O”

0
137
Sahibine Ulaşmayacak Mektuplar / "Bir Göçmen Kuştu O”

“BİR GÖÇMEN KUŞTU O”
“UÇAN KUŞLARA MALUM OLSUN, BEN EVİMİ ÖZLEDİM…”

“ Sizi, aslında hiç görmediğim o fotoğraftaki gibi hatırlayacağımı biliyorum artık Hatice hanım veya Lady Josephine. Gerçekte adınızın hangisi olduğunun ne önemi var ki? Güzel yürekli dostumun bana anlattığı gibi kalacaksınız belleğimde. Beyaz başörtünüz, uzun pazen elbiseniz üzerinizde, yıpranmış elleriniz dizlerinizde, çocuklarınız, artık birer yetişkin olmuş torunlarınız, hatta belki torunlarınızın bebek-çocukları, hep birlikte yanı başınızda ayakta. Zamanın çizgilerle işlendiği yüzünüz büyüyor o fotoğrafta. Sessiz, uysal ama hüzün dolu, yalnız, derin bir bakış. O kalabalıkta, kalbini uzaklara göndermiş, oralarda bıraktıkları ile içinden, kısa, küskün ve sessiz sözcüklerle konuşan-büyük olasılıkla konuşamamanın acısını hep yüreğinde taşımış- mahzun bir kadın bakışı. Öykünüz bana anlatıldığı anda gördüm o fotoğraftaki sizi. Şaşıracaksınız belki, ama sadece sizi gördüm ve az önce belirttiğim gibi, hiç unutmayacağım. Beni bekleyin, yakında size aslında hiç bir zaman ulaşmayacak bir mektup yazacağım. Yazdıklarımdan, kendi yaşadıklarınızı alıp kabul edersiniz umarım. Dediğim gibi, bekleyin beni… ”
diye yazmıştım kısa bir notta. Bugün o mektubu yazmak istedim.

Kadim dostlarımdan biri anlattı öykünüzü. Çok sevdiği bir komşu- teyzenin anneannesi imişsiniz. Şaşkındı: “ Onca yıllık komşumuzdur. Anneannesine dair böyle bir öyküsü varmış, hiç konuşulmamıştı o güne kadar. İçime dokundu yaşam öyküsü. Sana anlatmalıyım “ dedi ve anlattı:

On yedi yaşında tanışmışsınız eşinizle. Tahminen 1930’lu yılların başında, Türkiye’den Amerika’ya çalışmaya gitmiş ve sizin ailenin köşkünde bahçıvan olarak iş bulmuş. Asalet ünvanı taşıyan bir aileye üye olduğunuz söylendi. Büyük olasılıkla, aileniz siz doğmadan göç etmiş başka bir ülkeden oraya. Orasını bilmiyorum. Ama, Kayseri’li genç bahçıvan ile zengin ve asil genç kız vurulmuşlar birbirlerine. Sonrası, klasik bir Türk filmindekine benzer bir ara sahne gibi. Ailenizin karşı çıkışına rağmen gerçekleşen evliliğiniz sonrası, Türkiye’ye gitmeye karar vermişsiniz. Gemi ile tam iki ayda ulaşmışsınız İstanbul’a. Ama anne- babanızın sizi reddedişinden çok, kardeşlerinizin sizi uğurlamaya gelmeyişi dokunmuş yüreğinize. İskelede, geminin kalkışına dek gözleriniz onları aramış. Gelmemişler. İstanbul’da, rıhtımda çekilmiş ilk fotoğraf : Esmer, kaytan bıyıklı bir Türk erkeği ve yanındaki ince yapılı, solgun yüzlü, uzun paltolu, şapkalı bir genç kadın…Bu fotoğrafı da diğeri gibi görmedim Hatice Josephine hanım. Öykünüzü dinlerken gözümde canlandırdım sadece.

Kayseri’li olmuşsunuz sonra. Ölünceye dek bir daha da ayrılmamışsınız oradan.Gidişinizin ilk yılında, kardeşleriniz içinde para olan bir zarf göndermişler size. Ama siz, Amerika’dan ayrılırken, rıhtımda yalnız bırakılmanın yarattığı hayal kırıklığının acısını hala içinizde taşıdığınız için, zarfı içindekilerle birlikte, hiçbir açıklama eklemeden geri göndermişsiniz. Aileniz bundan, sizin öldüğünüz ve bu nedenle zarfın geri döndüğü anlamını çıkarmış.. Böylece gerçekten bir başınıza kalmışsınız artık.

Adınız Hatice olmuş. Dininiz değişmiş. Önce anne, sonra anneanne ve babaanne olmuşsunuz. Sonraki yıllardaki yaşamınıza dair, öykünüzü bize taşıyan torununuz Hafize hanımdan öğrendiklerimiz var sadece. Dağa bakan o odaya çekilirmişsiniz ara sıra. Sandığınızdaki çeyizleri çıkarır, onlara dokunurmuşsunuz tek tek. Gözleriniz karşı dağlara takılır, susarmışsınız uzun uzun. Sorarlarmış size. “Anneanne, ne düşünüyorsun, daldın yine bir yerlere?” İç geçirirmişsiniz: “ A benim evladım, gökten inmedim ya ben? Benim de başka bir ailem vardı bir zamanlar. “

Torunlarınız, yıllardan sonra ailenizin izini sürmüşler elçilik aracılığı ile. Anne-babanız ölmüşler elbette. Kardeşlerinizden bazıları yaşıyormuş. Doğup büyüdüğünüz köşkün satıldığını öğrenince çok ağlamışsınız. Gidemeseniz de orada çocukluğunuzu, ilk gençlik yıllarınızı içinde saklayan o bina, Josephine’nin (Ya da adınız gerçekte ne ise) artık yaşamadığını hatırlatmış olmalı size. En çok bunun için gözyaşlarınızı durduramadığınıza inandım.

Sizi Amerika’ya kardeşlerinize, kalan akrabalarınıza götürmek istemişler. “Yok “ demişsiniz. ” İstemem. Gidersem dönemem.Oralarda ölmek istemiyorum. Mezarım burada olmalı.” Bu reddedişi belirleyen de, kardeşlerinizi bağışlamamanız olmuş bence.

Yaşamınızın son yıllarında, öldüğünüzde torununuzun din adamı olan eşinin cenaze namazınızı kıldırmasını vasiyet etmişsiniz. Öyle de olmuş. Cami avlusundan yolcu edilirken, “Bu mevta, kimsesizdir aslında. Gerçek yuvasından, ailesinden ayrı düşmüş garip bir yolcudur. Onun için çok dua edin. İçinizden gelen dualarla, hak ettiği gibi sevgiyle uğurlayın“ demiş hafız damadınız. Cemaatin gözyaşları sel olmuş.

Göçmen Kuş

Göçmen bir kuşmuşsunuz siz Hatice Josephine hanım. Hep gurbet acısı yaşamışsınız. Başka bir ülkede, dininiz, adınız, alışkanlıklarınız değişmiş. Sizden geriye kalanların üzerine, ilk on yedi yılınızda yaşadıklarınızın çok dışında yeni bir yaşam kurmuşsunuz. Farklı bir ülkeden gelen yabancı gelinin, yeni bir yaşama ne kadar çabuk uyum sağladığına şaşırarak, sizden övgüyle söz etmişlerdir büyük olasılıkla. Her şeyi değiştirmek zorunda olmasaydınız keşke. İnancınız ve adınız size kalmalıydı. Onlar gerçekte sizin parlak renkli kanatlarınızdı. Bilememişler.

O son fotoğraftaki acı dolu, mahzun bakışınız, neleri gizliyordu Josephine hanım? Bir sevdanın peşine düşüp, inancınızı, adınızı, alışkanlıklarınızı tümüyle değiştirmekten yana pişman olduğunuzun mu resmiydi yoksa? O zamanlar o kadar genç olmasaydınız, yine o denli cesur olabilir miydiniz? Göçmen bir kuşmuşsunuz, evet. Ama bir kez uçup başka bir diyara konmuşsunuz. Sonra hiç uçamamış ve uçmayı unutmuşsunuz.Belki de bu duyguydu yüzünüzden bana ulaşan.

Dediğim gibi, fotoğraftaki sizi gördüm Hatice Josephine hanım. O günden beri, sizi ve öykünüzü andıkça, içimde sılaya özgü türküler çalıyor. En çok, son yıllarda kına gecelerinde söylene söylene sıradanlaştırılan o güzel türkü:

“Uçan da kuşlara malum olsun, ben annemi özledim.
Hem annemi, hem babamı, ben evimi özledim.”

PAYLAŞ
Önceki İçerikİDSO DenizBank Konserleri bu hafta Fulya Sanat Merkezi’nde…
Sonraki İçerikOrff Eğitimi Üzerine…
Öznur Kanarya
İstanbul’da doğdu, fakat çocukluk ve ilk gençlik yılları Anadolu’nun güzel şehirlerinde geçti. En çok İzmit’i sevdi. Nitekim İzmit Lisesi mezunu olmakla övünür. İzmit’ten sonra sevdiği ikinci şehir Ankara’da, Mekteb-i Mülkiye’de okudu. Emekli Bankacıdır, hala benzer bir konuda çalışmaktadır. Bugüne değin okumayı, yazmayı, müziği hep çok sevdi. Gündelik yaşamın sıradan mutsuzluklarından bunaldıkça, sahibine ulaşmayacak ve ulaşabilecek mektupların yanı sıra, günü güzelleştiren büyük ve küçük şeyleri yazar amatörce. İstanbul’da yaşıyor ama bu şehre çocukluğundaki gibi aşkla bağlı değil. Bu nedenle, yakın bir gelecekte sevdiceği ile birlikte Ege’de, tercihan Datça’da yaşamayı düşlüyor.