“ÜZGÜN VE KIRILMIŞ GİBİ KALBİM EN İNCE YERİNDEN…”
Eminönü’nün her köşesinde gün boyu farklı bir film çekilir sanki. Sürekli devinim halindedir. İsimler, yüzler, renkler, aklınıza gelen gelmeyen bin türlü eşya… Çok renkli, çok çekici, tarih dolu sokaklar, caddeler… Mısır çarşısı, Kapalıçarşı, Tahtakale, Mercan, Sultanhamam… İş yaşamımın altı yılı Eminönü’nde geçti. Semtin de, ticaret erbabının da yeri başkadır bende. Esnafı, tüccarı sözlerinin eridirler. Aralarında, dürüst olmayanları barındırmazlar. Müesseseleri, genellikle babadan oğla geçer, ticarette devamlılık esastır. Gayrimüslim ticarethane sahipleri ise, ticaretten gerçekten de çok iyi anlar, son derece prensip sahibidirler ve her konuda pazarlık etmeyi severler.
Şimdi artık anılarda kalmış ve kuruluştaki elemanları arasında olduğum o banka şubesinin açılış gününde, kapı komşumuz olan “İzmir Saat Pazarının” jest mahiyetinde yatırdığı, o zamana göre yüklüce dövizi vezneye teslim ederken tanımıştım seni. Geçmiş yıllarda, o civardaki büyük bir banka şubesinin müdürlüğünü yapmış yakın akrabamın ricası ile gelmiştiniz açılışa, baban ve kardeşin ile birlikte… Babanız Cahit Bey, annenizin yakın tarihlerdeki vefatı sonrasında, dükkanınızda duayen konumunda birkaç saat geçirir, yılın büyük bölümünde yurt dışında olurdu. Yönetim, seninle birlikte kardeşin Güçlü ‘deydi. Her ikiniz de, iyi eğitim almış, birkaç yabancı dil bilen, görgülü gençlerdiniz. Güçlü, her zaman ağırbaşlı, sakin ve mesafeliydi genellikle. Ama sen, Bahadır, sen hep kıpır kıpırdın. İsminin çağrıştırdığı boylu- boslu, pehlivan tipinde biri değildin, kuşkusuz. Orta boyda, tombul bir beden, sarı kıvırcık saçlar, sürekli gülmeye hazır bir yüz, mavi- yeşil arası, içinde kıvılcımlar çakan pırıl pırıl gözler. Hepimiz çok sevimli bulurduk seni. Bir gün, elinde gümüş bir yüzük ile çıkageldin. Üzerine bereket duası kazınmış, çok güzel, gümüş bir yüzük… Bana armağan ettin.Bu kadar değerli bir takıyı nereden bulduğunu sordum, güldün ve “orası bana kalsın “ dedin. Bugüne dek, sevgi ile taktım o yüzüğü. Kaybetmek istemediğim takılardandır. Seni de hep sevgi ile anarım.
Onca zaman sonra, nereden aklıma düştü Eminönü’nü ziyaret etmek? Kaç yıl oldu, görüşmeyeli? Birkaç yıl önce uğramıştım dükkana.Sen yoktun, Güçlü vardı.Babanız Cahit Beyin ölümünü öğrenmiştim üzülerek. Selam söylemiştim sana.
O gün, Eminönü’ne gitmek düştü aklıma. Bereket dualı yüzüğümü takarken, içimden size uğramak geçti.”Bahadır’ı görürsem, yüzüğü gösterir, onca zaman sonra, bir kez daha teşekkür ederim” diye düşündüm. Zaten, oralara uzun aralıklarla her gidişimde, görmekten keyif aldığım birkaç eski dosttan biriydin sen… Birini yitireli çok uzun zaman oldu. Mustafa Baba, Sultanahmet’in üniversite eğitimli, babadan devraldığı müessesini, oğluna devretmeye hazırlanan tanınmış mefruşatçılarındandı. Ben onu çok sevdim, o da beni sevdi ve çocuklarından bile çok güvendi. İmzasını attığı boş dekontu, saklamam için bana emanet etmişti. “Bana bir hal olursa, lütfen paramı bu dekontu kullanarak çekiniz.Sonra ne yapacağınızı da söyleyeceğim size. Ama bu sır aramızda kalsın “. Oğlu, işini bilen, duygusallıktan uzak bir ticaret adamıydı ve baba ile meşrepleri hiç uyuşmazdı. Bir gün: “ Babam sana güveniyor, ama bana hiç güvenmiyor “ diye yakınmıştı, sözlerinde hafif bir kıskançlık vardı sanki. Sonra ben, o piyasadan ayrıldım. Aralıklarla da olsa, Mustafa Baba ve eşini telefon ile aramayı sürdürdüm. Kızım iki yaşındaydı, bir gün evlerinde ziyaret ettim babayı ve eşi Ayşe Hanımı. “Çok fenayız efendim, çok fena. İyice elden ayaktan olduk. Sizden vefalı kimsemiz de kalmadı. Siz bizi unutmadınız” dedi. Sonra araya aylar girdi, bir gün yine ansızın aklıma düştü aramak. Ama nedense, evi arayamadım, korkarak oğlunun telefonunu çevirdim. Mustafa babayı sordum. Telefonunu diğer ucunda kocaman bir sessizlik oldu, “ Babamı dün gece kaybettik” dedi. “ Senin içine mi doğdu? O seni çok severdi. Yarın şişli camiinden uğurlayacağız.” Ertesi gün, eşimle birlikte katıldık törene. Gönlümden geçirdiğim gibi veda ettim babaya. Her Eminönü gezimde, aklıma gelir, sevgi ve rahmetle anarım onu.
Eminönü ziyaretimin ilk durağı sizin dükkan oldu o gün. Güçlü ve tanımadığım bir eleman vardı, sen yoktun. Hal –hatır sorma faslı sonrası, Güçlü’ye “ Bahadır nasıl? Neler yapıyor? “ dedim. Yüzü değişti “ Bahadır’ı geçtiğimiz ağustos ayında kaybettik” dedi! . Kalakaldım, öylece, şaşkın, inanmaz, aklı almaz bir halde, öylece durdum.”Kanser mi? “ dedim anlamsızca.İçimde her nedense birdenbire ölüverdiğine ilişkin bir düşünce oluştu. Omzunu silkti hafifçe “böbrek yetmezliği “dedi kısaca.” 47 yaşındaydı ve bugün onun doğum günü” . Yılların ardından, tam da o gün, Eminönü’ne beni getiren bu muydu Bahadır? Kardeşinin yapayalnız geçirdiği, ölümünden sonraki ilk doğum gününde, beni oraya getiren neydi? Bilmiyorum. Bildiğim ve içimi çok acıtan, bir daha hiçbir doğum gününü kutlayamayacak olman… Dükkan üzerime çökmüş gibi, Güçlü ile vedalaşıp ayrıldım oradan. Köşeyi dönünceye dek te arkama bakmadım. Baksam, zor tuttuğum gözyaşlarım akardı belki. O gün, her uğradığım dükkana girmeden önce, tanıdığım, sevdiğim insanların hala yaşıyor olmaları için dua ettim içimden. Ama inan ki, dolaştığım her köşede senin zamansız gidişin acıttı içimi. Bu kadar güzel bakarken dünyaya, bu kadar çabuk ölünmez ki. Seni de, Mustafa Babam gibi, sevgili ölmüşlerim arasına koydum zorunlu olarak.
Her ölüm erkendir Bahadır, ama ölüm bu yaştaki sana hiç yakışmadı, bilesin…