Cehennemde Bir Melek
Kasabanın kahvesinde bir saz heyetiyle beraber hayatını sürdürmeye çalışan, genç fakat ruhu yaşlanmış bir kadının öyküsünü kaleme almıştır Sabahattin Ali. Melek sesiyle sürdürdüğü geçimini mecbur kaldığında bedeniyle desteklemek zorunda olan bir kadındı. Onun bu zor hayatı, etrafında aç kurt misali bekleyen kalabalıkla daha da zorlaşıyordu. Narin bedeni gibi ince olan sesi de bu kargaşada adeta hayatta kalmaya çalışan bir av gibi mücadele ediyor; bazen galip geliyor bazen ise fısıltıya dönüşüp kayboluyordu.
Zebânilerle dolu bu cehennemde kanatları kırılmış meleğin asıl kâbusu ise Hüseyin Avni’ydi. Evet, kâbus, hem de nasıl bir kâbus? Siyahlara simsiyahlara bürülü, kirli paçavralar gibi saçılan o bakışlardan Melek, hiçbir şeyden iğrenmediği kadar iğreniyor; kaçmak, kurtulmak istiyordu. Ne var ki bu adam Melek’i kasabaya geldiği günden beri rahat bırakmamış adeta üzerine kara bulut gibi çökmüştü. Melek ondan neden bu kadar iğreniyordu peki? Onu diğerlerinden farklı kılan şey neydi diye düşünürken kahve kapısı aralanıp içeri giren sekiz on yaşlarındaki kız çocuğunun, bu küçük masumiyetin Hüseyin Avni’nin kızı olması yürek burkmaya başlıyordu. Küçük kız babasını çağırıyor, eve dönmesi için ona yalvarıyor lakin karşılığında aldığı azar işitmekten öteye geçmiyordu. Hüseyin Avni ailesinden kurtulmak istiyor ve şiddetle Melek’i arzuluyordu. En sonunda dayanamayıp zorbalıkla onu elde etmek isteyince de, tekmeler ve yumruklarla kapının önüne çuval gibi atılıveriyordu. O küçük masumiyet, babasının başında ağlıyor, ayağa kalkması için yalvarıyordu. Yağmurun soğuttuğu yüzünde süzülen sıcak damlalar Melek’in içini yakıyordu. Tüm benliğiyle iğrendiği adamın bir koluna sırf sıcak damlalar daha fazla akmasın diye girmişti. Garson ve Melek, küçük kızı takip ediyor, çamura bata çıka tıpkı Hüseyin Avni’yi anımsatan o yolda zar zor ilerliyorlardı. O yolda Melek’in aklından kim bilir neler geçiyordu? Kim bilir hangi duygularla yardım ediyordu? Bunu cevabını ararken, onlar Hüseyin Avni’nin evine varmışlardı. Kapıyı açan da karısıydı. Suçlayan gözlerle Melek’e bakıyor, ona “ demek şimdiki de sensin ha” diyerek olanların tüm suçlusuymuş gibi davranıyordu. Gerçekten olanların suçlusu Melek miydi? Kim cehennemde yaşamak isterdi ki? Melek belki de böyle bir hayattan gelmişti. Babası da Hüseyin Avni gibi birisiydi belki. Ondan bu kadar iğrenmesinin, adamın koluna girip eve kadar getirmesinin nedeni bu olamaz mı yani? Onu içinde bulunduğu hayata sürükleyen böyle adamlar olmasa, Melek yaşanan olaydan bu kadar etkilenmeyebilirdi. Hüseyin Avni’nin ona verdiği altın ve takılarla elindeki son birkaç kuruşu da onun karısına ve kızına vermesi adeta bu hayata mecbur bırakılan kendisi gibi küçük kızın da mecbur kalmasını istememesinden kaynaklanmıyorsa ya neyden kaynaklanıyordu?
Kendi içinde savaş veriyordu Melek. Hem suçluluk hissediyordu hem de öfke. Her ne kadar böyle bir yaşamı kendisi seçmemiş olsa da suçlu hissediyordu işte. Belki de içinde bulunduğu hayat peşinde başka hayatları da sürüklediğinden ve sürükleyeceğinden. Mecbur kalmış olması veya olmaması bunu değiştirmediği için ruhu acı çekiyor da olabilir. Melek içinde kopan bu fırtınayla beraber, gitmeden önce sırılsıklam olmuş bu çocuğa sımsıkı sarılıyor, bağrına basıyor, onun sıcaklığını yüreğinde hissediyordu. Kim bilir belki de onda kendini görüyor ve kaybettiği çocukluğuna sarılıp, onun masumiyetine sığınıyordu.
”Melek içinde kopan bu fırtınayla beraber, gitmeden önce sırılsıklam olmuş bu çocuğa sımsıkı sarılıyor, bağrına basıyor, onun sıcaklığını yüreğinde hissediyordu. Kim bilir belki de onda kendini görüyor ve kaybettiği çocukluğuna sarılıp, onun masumiyetine sığınıyordu” Gerçekten süper bir öykü. Büyük Üstad Sabahattin Ali yine kalemini konuşturmuş 🙂