Pılım Pırtım Sobe!

2
215
Pılım Pırtım Sobe!

Aslında dertleşmek istiyorum. Kimselere açamadığım bu iç çöküntümün görünen aydınlığı gibisiniz. Başım iki saattir havada, bulunduğum nokta çukur olsa bile, ışık sizsiniz. Eğer ki üç beş kol bir küreği doldurup üstüme püskürtmezse, siz hep oradasınız. Umut dedikleri şey…

Bakın ben dilimi pek kullanmam. Dilim tat alma organımdır. Şükrolsun… Fakat ellerim; ellerimi görüyor musunuz? Ben çürüdükçe onlar yeniden tazeleniyorlar. Şu keresteyi törpüledikçe su bulmuş çöllü gibi seviniyorlar. Ellerim diyorum, ben hep yazarım da…

Yazmak, mutsuz olmak gibi bir gerekçeyi ister bazen. Ne tuhaf bir hissiyat! Mutluluktan uçanı gördük ama yazanı asla. “Yav öyle mutluyum ki, bunun üstüne bir şiir gider.” “Bugün sabaha kadar yazmak istiyorum, çok mutluyum!” Böyle vatandaşlar varsa bir ara bana uğrasın.

Yoo… Mutluluk da yazdırır elbet. Düşünsene Çiçek Abbas’ı? Sırılsıklamdı Nazlı. Hafiften gülümsedi, kızaran avurtlarının altında büzüşen dudakları: “Sana kaçtım.” Dedi. Abbas ömür boyu yazdı, sen bilmiyorsun. Abbas’ın bu demine bizler sevdalanıp yazdık. Zaten o gün bugündür kırmızı Fort minibüsümüz olmadı bizim. Modellerimiz yükseldi. Eskidi, çöpe attık. Her yeni bir öncekini kuş lastiğiyle gerdi ve fırlattı.

Ben de eskidim, fırlatılmadan…Kaçtım!

Henüz beş yaşında annesi Sara hastası, babası kumarbaz diyerek devletin el koyduğu mirastım ben. Dört katlı, bol çiçekli, duvarları abur cubur boyalı, kirli çorap ve ter kokan koridorlarda yaş günümü kutladık. Televizyonda müzik kanalını açıp gümbür gümbür sesle zıplattılar hepimizi. Eğleniyorduk. Ortama uyum sağlamayanların saçları kazılıyordu. Ağzımızdan köpük gelene kadar oynuyorduk. Yaş günümdü, ailecek kutluyorduk.

Hiç yalnızlık hissetiğimi bilmem. Derslerimizi pop müzik eşliğinde yaptık çoğu kez. Bazen beyaz defter sayfalarımıza arkadaşlarımızın kesilmiş tırnakları fırlıyordu. Hatıra diye saklıyorduk. Birbirimizin usluluk sembolü saçlarını tarıyorduk. Tekmeler yiyorduk sırtımıza, hiç acı gelmiyordu. Ben annemi düşünürdüm o esnada. Ona da acı gelmiyordu demek…

Üniversite kazandık, yurtlara yerleştik. Sayımız azdı, kalabalığa alışmıştım. Yalnızlık hissedeceğim diye çok korktum. Benim gibi yırtık giyinen de az görünüyordu. Bir yıl boyunca okula gittim. Ders aldım, adam dövdüm, saç çektim, diş kırdım. Ödev verdim, araştırdım, buluşturdum, icat ettim. Hak yemedim, dedikodu etmedim, çok yemedim.

Epey kilo verdim…

“Işığı söndürün artık, uyuyamıyoruz!” diye bağıran ranzalı bireylerden uzak bir mesken tuttum kendime. Orada yazdım, orada çizdim. Orada uyudum, oraya götürdüm çayımı, kahvemi. İçimden geçen ama dilime varmayan tüm kötü sözleri oraya sümkürdüm. Ne güzeldi…

Okul bitti. Yurt bitti. Arkadaşlık bitti. Bir ben vardım, bir de ben. Yolda uzayıp giden halk otobüsleri vardı. Sarı taksiler, mavi dolmuşlar…Çocuklar vardı annelerinin dizine yapışan. Babalar vardı onları ardında bırakan. Gözü kulaklığından başka bir şey görmeyen son model gençler vardı. İhtiyarlar, ihtiyar gibi görünenler, sevenler, sevilenler…

Ben de vardım. Aralarında yürüyen…

İki yıl işçilik yaptım. Kazandığım helaldi, yedim, içtim, sadaka verdim. Kalem aldım, bol bol defter. Pis kelimesinin bile temiz kaldığı bazı pislikleri not ettim.  Her ay bir defter bitirdim. Defterlerin bu kadar çabuk tükenmesi neye işaretti?

Komşularım vardı selam sabahı olmayan. Ara sıra bisküvili pasta verirdim ellerine. Tabak geri dönmezdi. Doğum günlerim de kendi pastamı kendim keserdim. Televizyonda müzik kanalını açar, deli gibi zıplardım. Aşağıdan kalorifer demirine vururlardı. Bir tek o zaman muhatap olurdum komşularımla. Bekardım. Onlara göre müstesna…

Siz hiç bir pastanenin önünden geçerken cam altında ışıl ışıl parlayan çikolatalı pastaları görüp iç geçirdiniz mi? Hadi ama yapma… Bal gibi de ağzın sulandı. Ben kırtasiye önünden geçerken bu hisse kapıldım hep. Kalem ve defterler… Karamelli kalem, çikolata soslu defter, bol fıstıklı kalem, vanilyalı defterler…

Kırtasiye sahibi yanlış anlamasın diye hasta rolü yaptım. Sokaklarda yalnızlığı sevmedim hiç. Sigara da istemedi canı yalnızlığımın. Kimselere de özenmedim tekil şahısım diye. Benim 35 ‘e 40 cm ebatlarında siyah deri bir çantam vardı. İçinde defter ve kalemim. Ne kadar zengin ve kalabalık olduğumu var sen hayal et.

Açıkçası o günden beri ne Sara hastası annemi ne de kumarbaz babamı taleb ettim. Ara sıra düşündüm, merak ettim. En fazla ölmüşlerdir, dedim nereye kaçacaklar? Ben kaçtım da ne oldu? Her şeye sahip olabilirim ya da her şeyimi kaybedebilirim arafında özgürlük bayrağını göndere çekmiş yürüyorum.

Sahi sen nerede olduğumu merak ediyor musun? Bak ben seni görüyorum, sen başımın iki üç metre yüksekliğindeki beyaz ışıksın. Ne oluyor ya, akşam mı oluyor sizin orada? Hafif maviliğe bürünmüşsün. Olsun zifiri kalmaktan iyidir. Senden ricam, o üç beş kişiye söyle, kazma kürek dikilmesinler başıma. Seninle var olmak, sana yazdıklarımı okumak, daha çok anılarımı sana aktaracağımı bilmek hoşuma gidiyor. Sen benim ille de kaçtığım umudumsun. Şimdi anlıyor musun?

PAYLAŞ
Önceki İçerikÖzbenliğin Savaşı
Sonraki İçerikİlkel Bir Toplum Mu Yoksa Uygar Bir Toplum Mu?
Damla Onuk
Karadeniz’in küçük İstanbul’u diye betimlediğim Ordu’ya ayak basışım 1986 yılına tekabül eder. Mesleğini devraldığım rahmetli Ressam Salih’in kızıyım. Köyüm beni “Ressam’ın Gızı” bilir. Adım Damla. Soyadım Mardin oğlundan gelme Onuk’tur. Anadolu’ya sevdalı ve bu sevdayı aşılamaya meyilli hem eğitimci, hem öğrenci hem de anneyim. Herkesin bayrağını göndere çektiği bir direk vardır. Benim direğim kalemin sapıdır. Yazmayı, çizmeyi sevmişim. Yeri gelmiş köpürmüşüm yeri gelmiş tünmüşüm. Hayata dokunmayı görev bilmişim. Ömür tükenene dek...

2 YORUMLAR