Sessizlik!
Bu kelimeyle başlasın bütün cümleler. Güneşi doğmamış yağmuru dinmemiş hanelerde dolduruldu kanlı nehirler. Acıya güvenilir arkadaş, bu binalar bu caddeler mutlulukla doğmadı. Onlar, bir beklentinin bir umudun yetim çocukları.
Yükseliyor sesler, bazen bir anda bazen teker teker. Bu duyduğun ne kapı gıcırtısı, ne pencere… Bu gördüğün sokakların sessizce ağlayışı…
Zamana yüklediler beyaz atını hikâyenin, geldi zaman gitti zaman. Altta bir dünya kuruldu üstte bir dünya. Aynı ülke, aynı şehir, aynı ilçe, üst üste dizilmiş onca mahalle. Hiyerarşik bir düzenle yükselmedi insanlar. Bir anda var oldu, üstün elit “düşünce”.
Kutulara dolduruldu insan denen varlığın ispatı. Sanma öyle birden yok oldu. Ruh, bedenden öte… Aklında büyüttüğün fitneler ve çıkarlarınla, şu gördüğün binalarda gam oldu.
Tüketilen bedeninin acısını, bir mum gibi ağır ağır, gözyaşlarıyla kendi vücuduna akıtan, insan ve binalar içinde kaybolan heybetli koca şehir. Arıyoruz adım adım eskilerin söylediği güzellikleri. Şimdilerde ne çok değişmiş caddeler ve külhanbeyleri. Nerede eski Marmara kahvesi, nerede eskilerin sohbet ettikleri uzun İstanbul geceleri.
Her şey bir değişime mahkûm ve her şey bu değişim içinde eksilmeye.
Madde eksildikçe ruh gelişir diye bir varsayımda bulunsak. İstanbul’u da terazi sayıp bir yanına insanı bir yanına da tarihi, eski İstanbul’u, Boğazı, Halici koysak, İçerisinde büyüttükleri ağır gelecektir lakin insan, her şeyi tüketen mahlûk, düşünen namert, yine her zaman olduğu gibi tüketecek varlığıyla bir neslin ilmek ilmek dirilttiğini.
Ruh yok oldu. Maddede ehemmiyet. “İstanbul varmış bir zamanlar” diye başlayacağım o İstanbul’a belki hasret, şimdikine melanet diyorum. Bana o İstanbul’u verin. Taşı toprağı altın, kıyıda köşede kalmış küçük güzellikleri, kendimizi avutacak sözleri değil o İstanbul olsun ki; Türk filmi tadında isyanlarımız olmasın. Bu taşıdığımız beden, bu ruh… İstanbul’la birlikte, olabiliyorsa şayet yeniden var olsun.