Son yıllarda gelişen sosyal medya mecralarının yalnızca çeşitlilikleri artmakla kalmayıp aynı zamanda kullanımına ve içeriğine yönelik de farklı yaklaşımlar gelişmekte.
Kimisi bunu tamamen aile ve dostlar arasında kullanımla sınırlandırırken, kimisi de ticari amaçlı paylaşım mecrasına dönüştürdü, ürünlerini satmaya başladı ve hatta tanınmış kişi ve bloger ünvanlarıyla ve akabinde gelen reklam verme uygulamaları ile birlikte başlı başına bir iş sektörü haline geldi. Herhalde hangi alanda çalışıyor olursak olursak olalım sosyal medyada yer almak mutlaka bir avantaj olarak karşımıza çıkacaktır. Kurumlar, bu konularda halkla ilişkiler danışmanlıklarına başvuruyor ve hatta “Sosyal Medyada Kurumsal İtibar Yönetimi” gibi kitaplarla bu konuda titizlikli çabalara yönlendiriyoruz. Bireyler bazında da durum giderek farksız bir hal alıyor. Artık sosyal medya aynı zamanda bir kimlik ve tanımlanma meselesi. Bu durum bir zamanlar ebeynlerimiz, akrabalarımız tarafından yapılan, kızım-oğlum doktor, öğretmen, mühendis, ol toplum içinde mesleğin itibarın olsun gibi baskılardan ibaret de değil, biraz daha karmaşık bir mesele.
Sosyal mecralarda sahip olduğun kimlik artık orada varoluş biçimini de belirleyecek türden; günlük hayatta kimse bir doktordan her an mavi ya da beyaz görünümlü kıyafetler giymesini, dosyalar taşımasını ya da her an dünyayı mesleki terimlerle tanımlayıp ya da çevresindeki olayları böylesi bir açıdan yakalamaya çalışmasını beklemez. Oysa ki sosyal medyada bir kimlik hesabı ile var olmak artık paylaşım yapacağın haberlerin türünden tut, ekleyeceğin arkadaş listene kadar her konuda alanınla ilgili seçici olacak olmanı da gerektirmekte. Bu durum, zihinlerdeki bu kimlik algısını biraz fazla abartılı hale getirmekte ve farkında olmadan bizleri yeni bir stres alanıyla baş başa bırakmakta.
Önceden gözümüze hoş gelen bir görüntüyü ya da gündem haberini profilimizde paylaşmamız ya da yorumumuzu belirtmemiz yetiyordu; bunların kurumsal kimliğimizi içerip içermemesine yönelik bu denli bir ilgi yoktu. Bu yeni kimlikli hesaplarla birlikte artık biz sadece “kafamıza göre” paylaşmıyoruz; ama “kendimize göre” paylaşıyoruz.
Bir zamanlar sadece “yalnızlaşma” sorunu olarak ele alınan internet kullanımına yönelik eleştirileri, “aşırı ve anlamsız sosyalleşme bunalımları” konusu takip etti şimdi ise bu durum yerini “aşırı bireyleşme” ve “bireyselleştirmeye” bıraktı. Bu tek taraflı bir etkinin olmadığı etki eden ile edilgen olanın sürekli birbirini yeniden tanımladığı ve dünyayı her bir bireyin kendi gözünden, renginden, mesleğinden, ideolojisinden, cinsinden türünden bir marka haline dönüştürdüğü yeni bir kurumsal globale çevirdi.
Bütün bunlar gerçekleşirken bir yandan kimliğimizin sınırları dikkatlice çiziyor iken acaba neleri kaçırıyor olabiliriz? Değişime, dönüşüme, yeni şeyler öğrenmeye hevesimizi ve dünyadaki diğer gerçekliklere ilgimizi yöneltmeye dair tüm becerilerimizi kesip atıyor, beynimizi yalnızca kurumsal kimliğimize katkıda bulunan kısaca her bireyin kendince göreceli “işe yarayan” larının ötesine kapatıyoruz. Acaba bu gerçekten avantaj mıdır, dezavantaj mıdır?
Günümüzde modern çalışma hayatının neden sıkıcı ve monoton bir hale geldiğine dair pek çok geniş ölçekli araştırmalar mevcut. Adam Smith “Ulusların Zenginliği” adlı kitabında bu durumun köklerinin, toplumsal büyümenin ihtiyaçlarından kaynaklandığını ve her bir bireyi belli bir konuda uzman hale getirmenin işleri hızlandırıp kolaylaştıracak olmasının keşfedilmesiyle başladığını belirtiyor.
Çocukken, sadece bir Cumartesi gününü nasıl geçireceğimize karar vermemiz gerektiğinde sabahtan akşama kadar önce bir oyuncak ayının hayatını kurtarırken, sonra aşçı olup duyulmamış yemekler pişiriyor, acil durumlara koşan güçlü itfaiyeci, bebeğini doyuran anne, baba, uçağı dikkatlice inişe geçiren bir pilot ya da renkli lego oyuncaklarımızla birer mimar olabiliyorduk. Ancak yetişkinliğe geçtikçe bizden beklenen hayatımızın sıradaki 50 yılını tekrar tekrar aynı şeyleri yaparak geçireceğimiz bir mesleği belirlemek ve onun uzmanı olmaktı.
Elbette bir konuyu öğrenmenin ve üzerinde uzmanlaşmanın yolu tekrardan ve odaklanmaktan geçmektedir. Ancak beyin yapımızın sahip olduğu ağsı oluşumlarla aktif hale gelen bütüncül örüntü, bize yaratılışımız gereği bundan çok daha fazlasına sahip olduğumuzu gösteriyor. Her birimiz aslında kendimizin pek çok ilginç, heyecan verici ve değerli farklı versiyonlarına sahibiz.
Toplum içinde kurumsal bir kimlik olarak var “olmak” eylemine odaklanırken; beynimizin farklı alanlarını özgürce aktif hale getirebileceğimiz türden farklı eylemler “yapmak” kapasitemizi ne kadar düşürdüğümüzü fark edemiyoruz bile.
Hayatı sürekli tekrar eden bir kimlik altında geçirmek, elbette ki yapmaktan sürekli zevk aldığımız bir şey söz konusu olduğunda gözümüze son derece yararlı görünecektir; ancak unutmamak gerekir ki hayatta tek yapmak istediğimiz o şey için bile bazen dış dünyadan ve farklı deneyimlerden besleniriz. Hatta çoğunlukla büyük buluşlar ve yaratıcı fikirler kutunun dışında düşünebilmemize müsade veren farklı yaşam deneyimi anlarında ortaya çıkmıştır.
Oysa ki bugün çevremizi saran sosyal kimlik takıntısı bizi her an her yerde ve her davranışımızda yalnızca olduğumuz kişiye ve meşguliyetimiz alanına hapsediyor. Yeni şeyler deneyimlemek ve yapmak bizi pek ilgilendirmiyor ve zaman kaybı gibi görünüyor.
Gerçekten de sadece “olmak” konumuna odaklanmak yerine “yapmak” eylemine de açık olmak ve hayatın bir deneyimler bütününden ibaret olduğunu, bu dünyaya belli kalıpların içerisine sokulmak için değil değişmek ve dönüşmek mucizesinin bir parçası olabilmek için geldiğimizi anlamamız gerekmez mi? Sosyal medyadaki görünümlerimiz buna izin vermemekten yana olsa bile…
Şimdi siz yeniden karar verin, to be or not to be?