Sanat denilen limana yanaşıncaya kadar köprünün altından akan sularla boğuştuk dersem yeridir. 28 Şubat siyasi kararların alındığı tarih olan 1997 yılı itibariyle siyaseti yakinen takip edip köşe yazıları kaleme alan bir kardeşiniz olarak çeşitli platformlarda, etkinliklerde hep kutuplaşan guruplar gördüm.
Kimi yerde ortamı durultmak, sakinleştirmek adına yazılarımda ve söyleşilerimde ayetlerden alıntılar yapsam da particiliğin inancın bile önüne geçtiğini gördüm.
Aynı inanca sahip kişilerde bile mikro organizmalara bölündüklerine şahit oldum. Yüzlere bakınca sevgisizliği, anlayışsızlığı okumak için allame-i cihan olmaya da gerek olmadığını düşünüyorum, haksız mıyım?
İnançsal değerlerde de bu tür kutuplaşmalar oluyorsa soluğu sanatın kucağında buldum, diyebilirim. Sanat, her bir çeşitlemesiyle kişinin iç dünyasında büyük bir oluşum yaşatıyor. Adına ihtilal, devrim ne derseniz deyiniz sanatsal faaliyetler bizleri dinginleştiriyor.
En basitinden bir roman okumaya yeltendiğimizde, ister istemez kuytu bir köşeye çekilip kendi dünyamızda seyahate çıkıyoruz. Romandaki karakterler ile kimi zaman kendimizce kıyaslamalar yapıp, kimi zaman da empatiler geliştiriyoruz. Hislerimiz öylesine bir mevzuya yoğunlaşıyor ki, günün o aldım veremedim, gittim gelemedim dedikleri hengameden kurtuluyoruz.
Stresimiz , sinirlerimiz törpüleniyor. Bir anlamda da olaylara bakış açılarımız değişiyor. “Nayırr nolamaz” diye köpürdüğümüz nice hadisede bir bakıyoruz ki ön yargılarımız kırılmış.
Roman okuyunca, dizi film izleyince oradaki karakter bizi alıp bambaşka bir dünyaya ışınlıyor.
Tiyatro, sinema ve sanatın diğer kolları ile ilgilenince eminim aynı şeyleri sizler de söyleyeceksiniz.
Geçenlerde heykel sergisini açan Arzum Onan ile söyleşiyi takip etme şansım oldu. Heykel sanatı ile uzun yıllardır ilgilendiğini ve artık heykel yapımının kendisinin yaşam biçimi olduğunu belirten Onan, yapmış olduğu Cumartesi Anneleri heykelinden de bahsetti.
Malumunuz Cumartesi Anneleri siyasetin ta merkezinde hassas bir konu , normal şartlarda bu konuda fikrinizi söylediğinizde karşı taraftaki sizin gibi düşünmüyorsa illa ki kendimizi bir sözlü savaşın ortasında buluruz. Halbuki sanatın kamufle ettiği bir siyasi mevzuya daha nahif daha uzlaşımsal bakabiliyoruz.
Bu arada , Cumartesi Anneleri konusu diyen sevgili okurlarımız için açıklayayım; 27 Mayıs 1995 yılında kayıp, mağdur, faili meçhul şahıslar için yapılan oturma eylemleri olarak başladı. Arjantin’in cunta yönetimini eleştirenlerin bir araya gelerek başlattıkları eylemler ülkemizde de Cumartesi Anneleri olarak gündeme geldi.
2013 yılında da Hrank Dink ödülünü aldı.
Arzum Onan’ın yaptığı heykellerde bu konuyu işlemesini önemsiyorum; çünkü böylesi sanatsal faaliyetler benim ön yargılarımı kırdı.
Nasıl bir ön yargı diye soran sevgili okurum, şöyle izah etmeye çalışayım; her şeyden önce bir mankenin bir oyuncunun ya da sanatla ilgilenen herhangi bir kişinin sanatı vesile ederek siyasi tarihimize konu olmuş hayati öneme sahip olayı gündeme getirmesi, daha önce yok canım ya manken ya da sanatla ilgilenen hiç siyaseti takip eder mi diye gönlümden geçirirdim.
Zannederdim ki, siyasetle sadece siyaset konuşan siyaset yazıp çizenler ilgilenir!
Sanatın , hayatla toplumla iç içe olduğunu bir kere daha bana yine sanatın bizzat kendisi öğretti.
Sanatla verilmek istenen mesaj, ucuz ve sıradan olmuyor. Çok daha sıra dışı ve kaliteli oluyor.
Sanat ile ilgilenince yaşanmışlıklara, hayatın kendisine başka bir pencere açmış olmak, olayları yüzeysel değil de derinlemesine hissetmeyi de bizlere öğretiyor.
O yüzden sanat, illa sanat …
Sevgiyle, sanatla kalınız.