Necla’nın Paltosu

0
98
Necla'nın Paltosu
Necla'nın Paltosu

Sardunyaların güzelliği sarıyordu tüm sokağı. Elleri çamaşır ipinin bıraktığı izler ile sallanıyordu pencereden sarkmış kadınların. Konuşulacak ne varsa dökülüyordu ağızlarından ve fırfırlı eteklerinden. Arnavut kaldırımlarının arasındaki toz değiyordu burnuma; bir bebenin neşeli çığlıkları ikinci bebeye… Cikletçi eski arabasını sürüyordu sakince. Etrafına çocuklar doluyordu; heyecanlandım. Bende gittim yanına. Yüzüne tebessüm ettim hafifçe. Kırışmış suratı ve ellerindeki damarlar yok sayıyordu beni; ciklet vermedi. Küçüklüğümün tüm utangaçlığı nüfuz etmişti yanaklarıma. Attım üzerimden ebelemece kızarıklığını. Büyüdüm bende, adam oldum. Şimdi bir ağırlık vardı; yürümeme engel olmaya başlamıştı. Fiyakalı ceketim sırtımda yük oluyordu mahalle kıraathanesinin önünden geçerken. Kırık iskemlelerden bir ordu vardı ahşap girişinin yanında. Bıyıkları sararmış adamlar oturuyordu orayı sahiplenmiş şekilde; masalarına dokunmak istemiyordum. Yukarı bakıyorum bende. Bir ağaç tüm ihtişamıyla; mahalleyi saran dallarında kuş yuvaları… Güven dolduruyor vücudumun her noktasına. Ayağım döneceği yolu bilmeden atıyor kendini. Ulaşmak istediğim bir ev; bu evde bir çatı… Çatısı burma bileziklerden; kapısı çürük tahta… İçinde kocakarılar yok; bıyıkları sararmış adamlar yok. Güzellik var. Nefes kesici güzellikler var. Sonra kapısını kırdılar bu evin, çatısını söktüler kollarına. Kocakarılar dadandı içeriye başlarında ter kokusu, ağızlarında bir çuval boş laf ile. Mutfakta bir tencere kaynadı başımdan aşağı dökülebilmek için. Bardaklar birbirine vurdu çizgilerine kir dolmuş parmaklar dokunmasın diye. Geniş holden yürüdüm ve yukarı çıktım. Köşede bir vazo duruyordu el işlemeleriyle. Belinin inceliği beni davet ediyordu kibarlığa, nazik davranmalara. İçinde çiçek yoktu ve pek hüzünlüydü orada durmaktan. İçinde çiçek olsa pencere mermerine koyarlardı vazonun gün ışığına ihtiyacı yokmuş gibi. Tuttum alt tarafından; kaldırdım kollarımın gücünü zorlayarak. Güneşe bıraktım onu. Yürümeye devam ettim tahta döşemeler üzerinde. Yağmur suyu yüzünden rutubet yapmış duvara değen bir dolap vardı. Kenarları, eski oluşunun cabası ile dökülmüştü. İçinde bir kutu naftalin öylece; kıyafet yoktu. Kimse giyinmek için yanaşmamıştı ona. Ceketimi, pantolonumu ve gömleğimi çıkardım. Teneke askılarına astım. Yalnızlığa düşkünlüğüm boy gösteriyordu arsızca. Bir kapı önünde durdum. Üzerinde çentikler vardı. Uzun zamandır zorlanmamıştı kirişleri. Kaplaması soyulmuş kapı kulpunu çevirdim vazonun üzerime yüklediği zerafet ile. Çıplaklığımın tüm masumiyetiyle attım ilk adımımı. Oldukça boş bir odaydı. Tavandaki avizenin gevşek vidaları gıcırdıyordu sert esen rüzgarın duvara dokunmasıyla. Odanın tam ortasında bir yatak vardı; başka bir şey yoktu. Yorganı araladım büyük bir istekle; beni bekliyordu. Uzandım.

Necla'nın Paltosu / Öykü
Necla’nın Paltosu / Öykü

Gözlerimi açtım; bir sersemlik vardı üzerimde. Ne olduğu belirsiz bir havaydı gün. Odam küf, yatağım karanfil kokuyordu. Yastığımın ıslak tarafına döndüm yüzümü ve yüzmek istedim yumuşaklığında. Bacaklarımda ince bir ağrı vardı. Üzerimdeki yorganı kaldırdım hafifçe; özgürlüğe kavuştular. Sanki hiç uyumamıştık, sanki hiç sarılmamıştık geceler boyu. O kadar kahveydi saç telleri; emin adımlarla dökülmüşlerdi yorgana. Dudaklarım kuruydu. Hiç ıslanmamışlar gibiydi. Parmaklarımı oynattım birde. Parmaklarım dokunmak istiyordu yüzüne; dokundukça ezberleyecektim her tanesini. O tüm bunlardan habersiz bilmem kaçıncı perdeyi açıyordu zaten. Rüyalarına dahil olabilmek geçti içimden. O sahnedeydi tüm cilvesiyle, ben kulisini temizliyordum arkada; ben buydum. Yosma pek bir nazlıydı. Öyle bir savuruşu vardı ki eteğini tüm yorgunluğunu atıyordu hayallerimin. Dudaklarına şarap döküyordum kendi kendime. Avuçlarına hapsoluyordum. O sahnedeydi tüm güzelliğiyle; ben ona bakıyordum bir başıma seyirci koltuğunda. Necla olmak da kolay değildi elbet. Necla olmak zordu. Hayranlıktan sarhoş olmuş bir çift göz ile uğraşıyordu tüm sıkıntıları yetmezmiş gibi. Ah, pek çekti yazığım, pek çekti güzelim. Huzur bulduğu uykuyu ayıramadım ondan; kıyamadım. Bende ayaklarımı bastım yere, doğruldum şöyle keşmekeşliğimden. Merdivenleri indim basamak basamak. Tencereler soğumuştu. Bardakların kenarları çatlaktı, sorun değildi. Onca güzel kahvaltı sofrasından sonra bir dilim bayat ekmek kur yapıyordu sepetinden. Hatrını sayıp geçtim yanından. Bir dilim bayat ekmek taze kokular saçıyordu koca cüssesiyle şimdi. Bende dilimledim dudaklarının şekline göre. Çay koydum sonra. Sana açık, bana zifir doldu. Nedeni bilinmez. Reçel sürdüm, bal karıştırdım kaymağa açılsın diye gözlerin. Zeytine ihtiyacımız kalmayacaktı böylece. Bir gürültü koptu aniden. Bir gürültü, bir yaygara ki sorma. Fakat Necla paltosunu giyindi usulca. Benim için bu hareketin önemi büyüktü. Oysa Necla pek bir umursamazdı; sırtına paçavra atılmış ve bundan rahatsız olmuş gibiydi. Dudakları aşağıya bakıyordu istemsizce. Göz altlarında siyahlıklar vardı ve yanakları yalnızlığı kucaklamak istiyordu, biliyordum. Gücünü fark etmeliydi tüm dünya ve içindeki insanlar. O çok güçlü bir kadındı. Bu basit uzaklaşmaların acısı yalnızca güzel bir masaldan ibaret olabilirdi onun için. Tüm bunlar oldukça önemliydi; o bunu bilmiyordu. Çünkü Necla bir daha benim yanımda soyunmayacaktı. Ellerim dokunamayacaktı vücudunun en beyaz noktalarına. Saçının masum gibi görünen örüğü büyük bir sevişme arzusu uyandırıyordu içimde en sakin çarşafların üzerindeyken bile. Çarpık bacaklarım yakışmazdı belki ter dolmuş kasıklarına ama kimse de bizim kadar güzel sarılamazdı. Boyun kılcallarını öperdim sadece. Kokusunu alabilmek için daha bir açardım burnumu. Nefes alışlarının düzensizliği heyecanlandırırdı bedenimi. Bir kadeh aşk kondururdum dudaklarına ve sakinleşirdi omuzlarıma sarılırken. Kollarında bronzluk vardı sıcaklığımla kavrulmuş. Saçlarımı kavrayan parmakları kendine güveniyordu. Sıkıca tutmuşlardı her telinden. Derin bir mutluluk verirdi tırnakları sırtımın parçalı haline. Sarı tüylü göğüslerinin uçları yavaşça temas ederdi avuçlarıma ve o bunu bilirdi. Oysa öyle bir giderdi ki Necla, köprücük kemikleri bile birleştiremezdi bizi. Emindim; Necla son kez giyiniyordu paltosunu bir daha çıkarmamak üzere. Dönmek için fazla kalkıktı yakaları. Bir kadın ki gidebilir kendi ayaklarından habersiz. Tüm yatakların gölgesinde tadar gün ışığını. Elmacık hatlarına hapseder hüznünü; öyle gider gideceği var ise. Yine de umurunda değildi bunlar; sadece paltosunu giyindi Necla. Ağzından tek kelime dökülmedi çaresizliğime. Ayaklarımın dokunduğu tüm zeminler kayganlaşmıştı inadına. Düşmemek için tutunacak tek bir kapı kulpu yahut merdiven korkuluğu görünmüyordu yakınlarımda. Sadece zemin kalmıştı öylece. Bir kum saatinde saklanabilirdim pekâlâ. Başım aşağıya bakar; ayaklarım yukarıya. Sade sade aşk damlar damarlarımdan ince kumların arasına. Yanaklarında suskunluk ve saçlarının sarsılmayan havası… Usulca yüzüme baktı Necla. Samimi bir gülümseme kapladı ay parçası yüzünü. Öylece durdu. Çerçevesi işlemeli portre asılı kaldı duvarda. Paslı bir çiviye dolanmış ipi gergindi. Fırça darbeleri yüzyıllık sanat birikimiyle değmişti tuvale. Kapıya yürüdüm bitkin bir halde. Kulpunun soğukluğu dokunulmamışlığı gösteriyordu. Çevirdim, çıktım odadan dışarıya. Kapaklarını açtım eski dolabın, kıyafetlerimi alabilmek için. Kıyafetlerim yoktu. Orman yeşili bir palto duruyordu. Teneke askılara büyük bir tutkuyla asılıydı. Bozmadım kendine has duruşunu. Kapadım kapaklarını. Bir güzellik vardı merdivenin hemen yanındaki pencerede. Mermerinde dün gördüğüm vazo duruyordu. İçinde hayatımda görebileceğim en güzel çiçekler sıralanmıştı. Güneş bugün onlar için doğmuştu, anladım. Bir daha indim merdivenleri basamak basamak. Oysa inmiştim önceden. Bu sefer ki nedendi ? Çürük kapıya ilişti gözlerim; olması gereken yerdeydi. Sonra kapısını kırdım bu evin. Eski hatıralarla çıktım sokağa. Elleri çamaşır ipinin bıraktığı izler ile sallanıyordu pencereden sarkmış kadınların.

“Ertesi günler dünde kalmıştır aslında. Ulaşmak istediğin her şeyde öyle. Neyi kavramaya yeltenirsen belinden, ellerinin gücü yetmez olur dokunmaya. Bağ bahçe hayal edersin her gece uyumadan önce. Renksiz binaların varlığını değiştiremezsin oysa. Sakin kalışlar sana göre değildir bu vakitler. Heyecanını içinde hapsedemezsin. Yürümek kalır hızlı adımlarla. Yürümek bu boş güruhlardan, adımlamak yalnızlığı ! İstemediğin şeyler bol miktardadır, bilirsin. Kaçamazsın. Söylemek için üç sene beklediğin sözcüklerin güzelliği kadar kötüsünü üç saniyede duyarsın. Hislerine güvenmek mi yoksa tüm sorunların çözümü ? Gözyaşlarına hakim olmaktan mı geçer insanlara duyduğun yakınlık ? Yok, hayır. Öyle değil işte o işler, öyle değil anam babam. Bazen istediklerinden de uzaklaşırsın. Hayallerinden, gözün henüz kapanmamışken gördüğün rüyalardan… Sadece uzaklaşırsın cesaret bulduğun ilk an. Öyle olmuyormuş değil mi o işler? Lanet edersin; nasıl olması gerekiyorsa öyle olsun dersin. Berrak suları terk eder bataklıklara koşarsın. Aynı o hesap işte. Bizde insanız icabında. Eyvallah.”



PAYLAŞ
Önceki İçerikTayfun Talipoğlu’nun Son Röportajı
Sonraki İçerikFehim Paşa Konağı
Ömer Okatali
1997 İstanbul - Kadıköy'de doğdu. Sakarya Üniversitesi - Siyasal Bilgiler Fakültesi - İktisat Bölümü ikinci sınıf öğrencisidir. Üsküdar'da ikamet ediyor. Okumayı yazmayı öğrendiğinden beri eline kalem alır kendi kendine yazar. Yaşadığı bazı duygusal ve özel durumlar kalemi eline aldığı zaman değer bulurlar. Bu yüzden yazıyor.