Batı felsefesi tarihinde çıkılacak her düşünce yolculuğunun ilk durağı, İlkçağ Yunan felsefesidir. Doğayı tanımaya tutkun düşünürlerin gözlem yoluyla elde ettikleri bilgilerin günümüze fragmanlar halinde aktarılmasıyla elde edilmiştir bu çağın felsefesi. Sonradan Yunan felsefesinin klasik filozoflarınca çözümlenmeye, ardından geç ve modern dönemlerin filologları ile yorumcuları tarafından da olabildiğince sistematik hale getirilmeye çalışılmıştır, ama ne olursa olsun bir ucu yanıktır bu bilgilerin, eksiktir, kopuktur ve işin içine baştan itibaren yorum katılmıştır. Bu yüzden bu dönemin düşünce dünyasında gezinmek, filozofların cilt cilt eserlerinden daha rahat öğrenme imkânı bulduğumuz sonraki felsefe dönemlerinde gezinmeye benzemez; konuya daha farklı bir gözle ve teknikle yaklaşılmasını gerektirir.
Psikoloji terimleri olmalarına rağmen narsisizm ve narsist kavramları, çoktan günlük hayatımızda sağlam bir yer edindi. Bu iki kavramın kökenine baktığımızda, adlarını Yunan mitolojisindeki Narkissos hikayesinden aldıklarını görürüz. Narkissos kimdir? Narkissos hikayesinin/mitinin hala canlılığını korumasının nedenleri nelerdir? Narkissos’un gördüğü şey kimdir veya nedir? İşte Narkissos’un hikayesi…
Narkissos hikayesinde üç baş karakter vardır denilebilir: Narkissos, Ekho ve cezalandırıcı tanrılar. Narkissos nehir tanrısı ile su perisinin oğludur. Narkissos’a kendisine hiç bakmaması halinde uzun bir hayat süreceği söylenir. Ekho ise dedikodu yaptığı için cezalandırılmış ve bir daha asla kendi adına konuşamayacak bir su perisidir. Tanrılar reddedilemez ve karşı konulamaz güce sahiptirler, toplumsal ve kültürel öğeler gibi…Hikaye şöyle: Ekho, ergenlik dönemindeki Narkissos’a aşık olur. Narkissos, Ekho’nun aşkını reddeder. Tanrılar, Ekho’nun aşkına cevap vermediği için Narkissos’u cezalandırırlar. Böylece cezalandırılan sayısı iki olur. Narkissos cezası sonucu su içmek için gittiği gölette kendi görüntüsünü görür..Berrak bir pınarın sularına yansıyan hayalini gördüğünde aklı başından giden Narkissos ne kadar haklıdır kendine aşık olmakta. Ama onun öyküsünde de insanken insan olmanın anlamını bilmezlik söz konusudur. Oysa daha doğduğu anda kusursuz bir güzelliğe sahiptir Narkissos. Bir biliciye sorar anası, olgunluk yaşlarını görebilecek mi diye; bilicinin yanıtı kısa ve çarpıcıdır: “Eğer kendini hiç tanımazsa” Boşa konuştuğu sanılır bilicinin yıllar yılı. Ama umulmadık bir olay biliciyi haklı çıkarır: Narkissos 16 yaşına geldiğinde, genç bir adam oluverir. Birçok genç kızı kendisine âşık eder. Bir gün bir genç kızın ahını alır ve kız tanrılara şöyle yakarır: “Öyle âşık ol ki bir gün, âşık olduğunu asla elde edeme.” Ama Narkissos o kadar kibirlidir ki, hiçbir genç kızı gözü görmez; hatta kendini bile. Bir gün bir sesin peşine takılır, ormanın derinlerine sürüklenir. Gümüş gibi ışıl ışıl dupduru bir pınar çıkar karşısına. Kıyısına uzanır yavaşça, eğilir suya ve o anda gördüğü güzellik karşısında dili tutulur. Bir süre sessiz kalıp sadece bu yansıyı seyreder şaşkınlıkla. Yansı da konuşmadan aynı ifadeyle ona bakar. Biraz daha eğilir, gözlerine bakar, sonra lüle lüle saçlarına, yumuşacık yanaklarına, mermer beyazı boynuna. Ümitsizce o hayali ister; istediği kendisidir. O hayali över; övdüğü kendisidir. O hayali ararken, kendisini arar. Öpmeye kalkar sonra, ama o hayal bu kez su olur dudaklarından akar; ellerini uzatıp yakalamak ister, yalnızca hayalin boynuna değebilir. Gördüğünü, tanımaz, bilmez. Ama gördüğü neyse, onun için yanıp tutuşur. Şöyle der Ovidius: “ Ah budala çocuk! Aradığın şey hiçbir yerde; dönsene kendine, dön bak; hayran olduğun şey, orada olmayacak ki döndüğünde! Baktığın şey sadece bir hayal, yansıyan bedeninden bir gölge; kendi bedeni yok ki onun. Seninle gelir, seninle kalır, seninle gider, tabii sen gidebilirsen. Ama nafile, ayıramaz gözlerini o boş, o bedensiz hayalden; gözleri erir gibi akar o görüntüye. Söyleyin ey ormanlar, der, benim kadar sevdi mi hiç kimse burada böyle; yüzyıllardır buradasınız söylesenize! Büyülendim bu biçime, işte görüyorum, ama beni büyüleyeni göremiyorum ve bulamıyorum. Bütün genç kızların âşık olduğu ben, şu sudaki çocuk gibi hiç ışık saçmıyorum. Hiç bu kadar dostça bakmadım. Güldüm mü gülüyor; gözlerimden yaş süzüldüğünde onun da yanaklarından damla damla akıyor yaşlar. Konuşunca dudaklarını kıpırdatıyor, ama hiç sesi gelmiyor kulaklarıma. Tanrım, bu benim! Bunu hissediyorum, kendi hayalim bu biliyorum. Kendime olan aşkımdan yanıp tutuşuyorum. Ne yapacağım şimdi, ağlamam mı gerekir, ağlayan ben olduğum halde? Arzulamam mı gerekir, kendimi arzuladığım halde? Ölüm ne ki artık benim için, sevdiğimle birlikte yaşayacağıma göre! Bir bedende soluk alacağıma göre! Yeniden aynı hayale bakar ve gözyaşları akar suya, bu kez bulanır hafifçe sular, hayal de karışır aralarına. Giden hayalin ardından, yazık, o da suya süzülür; insan biçiminden kopar ve dışı bembeyaz yapraklarla kaplı sarı bir nergise dönüşür.”
Bir çiçek bile olsa insandan dönüşen ruh, ölümsüzlüğü o kusursuz insan bedeninde yaşamayı özler; Apollo’yu, bir tanrıyı bile ardından koşturan, o muhteşem siluetin içinde; meltemlerle savrulan o dağınık, upuzun saçların, o incecik bileklerin, o kar beyazı omuzların ve ışıl ışıl yanan gözlerin; yani şiddeti estetiğe dönüştürecek kadar etkili o mükemmel biçimin.
“Ben size bir ayna tuttum. Gördüklerinizden siz sorumlusunuz.” -Gustave Flaubert-