Bir trende yolculuk ediyordu. Oraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Gözlerini açtığında kendini sallanan bir koltukta bulmuş, ve bu koltuğun bir trenin içinde olduğunu fark etmişti. Kendine gelmek için bir süre durdu. Ama trenin sallanmasını engellemenin bir yolu olmadığı için, sarsıntılar yüzünden düşüncelerini toparlayamıyordu. Ne kadar zaman uyumuştu böyle. Çok uzun olmalıydı, gereğinden fazla uyuduğu zamanlardaki gibi bir sarhoşluk vardı zihninde. Bedeni öylesine mayışıktı ki; etrafına bile doğru düzgün bakmamıştı.
Başını kontrol edebilmeyi başardığında, sağına soluna bakındı. Çok büyük gayret gerektiriyordu bu durum. Yine de, bir kompartımanda yalnız olduğunu anlayabildi. Çok eski bir trendeydi, sallanmasından da belli olduğu gibi. Artık hiç sarsılmadan çok süratli gidebilen trenler varken, çocukluğundan kalma, koltuk yerine tahta banklar olan ve sürgülü kapılı kompartımanlardan oluşan bu trene neden binmişti? Daha da ilginci, bu trenlerin artık var olmadığını, her birinin yenisiyle değiştirildiğini okumuştu haberlerde.
Düşünceleri, daha endişe verici bir düşünceyle bölündü. Bileti olup olmadığını bilmiyordu. Ceplerini karıştırdı. Bir çakı, kullanılmış iki adet kağıt mendil ve bunların arasından yeşil, dikdörtgen bir karton çıktı. Kartonun üstündeki yıldız şekilli delikten kontrol edilmiş olduğunu anlayarak rahatladı. Ve tekrar düşüncelere daldı. Bu da artık olmayan bir şeydi, yeşil kartondan minik dikdörtgen biletler. Biletçi, elinde şekilli bir delgeçle dolaşarak bunları bazen yıldız, bazen kare, bazen de yuvarlak biçimli delikler delerek kontrol ederdi. Ama artık, yeni biletler bilgisayar çıktısıydı. Çoğu belge kolaylık olsun diye bilgisayar çıktısı olarak basılıyordu. Bu karton bilet gibi, geleneksel matbaa teknikleri kullanılan baskılar pahalıya mal oluyordu çünkü.
Kompartımanın kocaman, dikdörtgen bir penceresi vardı. Camı iki parçaya ayrılmış ve üst kısmını aşağı çekerek, yarısını açmanızı mümkün kılıyordu. Dışarıda pırıl pırıl güneş parlıyor; yemyeşil bir ovadan tangırdayarak geçiyordu tren. Gidiş yönüne sırtını vererek oturduğu için, görüntünün uzaklaşmasını seyredebiliyordu. Ayağa kalkıp pencereyi indirmeye çalıştı, gücü yetmedi. Oturduğu bankın üzerine çıkarak tekrar denedi, yine olmadı. Bu kez mandalına asılarak ayaklarını banktan kaldırdı ve vücudunun ağırlığına daha fazla direnemeyen pencere yavaşça indi. Parmak uçları bunu yaparken acımışlardı ve hala sızlasalar da, zihnini berraklaştıran rüzgarı yüzünde hissetmeye değdi.
Ne kadar zaman geçtiğini anlayamayacağı kadar güzel bir manzara izliyordu dakikalardır. Sonra garip bir şey oldu. Tren daha da sallanmaya başladı ve ağaçların boyu da gitgide kısalıyordu. Bir çukura düşüyor gibiydiler. Hayır, ağaçlar kısalmıyor, tren gitgide yükseliyordu. Gökyüzüne yaklaşmak ve pencerenin hemen yanında uçan kuşlara dokunmaya çalışmak öylesine nefes kesiciydi ki; neden, niçin, nasıl diye soramıyordu insan.
Bir zaman sonra karnının acıktığını hissetti. O zaman, kompartımanı daha bir dikkatli inceledi ve uyandığı yerin hemen köşesinde bohçaya benzer bir çanta olduğunu fark etti. Ağzı büzgülü, üzeri sarı pullarla bezeliydi. Çantayı kaldırıp kucağına almak istedi. Çanta; göründüğünden daha ağır çıkınca, olduğu yerden kımıldatmadan, usul usul ağzını açtı. İçinden bir şeylerin yuvarlandığını duyunca, hızla büzgüyü kapattı. Yere düşen şeyleri aramaya koyuldu.
Oturduğu bankın altında iki parıltı vardı. Uzanıp ikisini de almak, minyon bedeni için çok kolaydı. Elindekiler, biri şeker pembesi diğer şeffaf misketlerdi. Bulduğu hazineyle heyecanlanıp, parıltılarını daha iyi görebilmek için, bankın üzerine çıktı ve her iki elinde birer misketle, kollarını camdan dışarı uzattı. Güneşin dokunduğu minik cam küreler göz alıcı bir parlaklığa büründü. Hayatımda gördüğüm en güzel pembe bu olmalı, diye düşündü. Renksiz olansa, en iyi kesilmiş elması aratmayan bir ışıltı saçıyordu.
Gördükleri karşısında açlığını unutmuş, coşkuyla istem dışı hareketler yapıyordu. Şeffaf olan elinden kayıverdi. Onu yakalamak için hamle yapınca diğerini de düşürdü. Misketler, bir süre havada asılı kaldı. Sonra, yağmur damlası gibi süzüldüler. Gözden kaybolana kadar onları izledi. Pencereden ayrıldı, sarı pullu bohçanın ağzını yalnız elini içine sokabilecek kadar dikkatlice açtı. Bir avuç misket alıp cama döndü. Minicik avucuna anca altı tane misket sığmıştı. Hepsinin rengi ve boyutları birbirinden farklıydı ama; birbirine çok yakın ölçülerde olduğu için boyut farklılıklarını algılamak kolay değildi.
Kürelerden önce birini boşluğa bıraktı. Açık mavi tonuyla, artık iyice yükselmiş ve bulutlardan yukarıda yol alan trenin gökyüzü manzarasında silikleşiyordu. Bir süre asılı kaldıktan sonra yavaşça buharlaştı. Sonra turuncu olanını bıraktı. O da havada daireler çizmeye başladı. Giderek daha hızlı dönüyordu. En sonunda o kadar hızlandı ki; görülemez oldu. Bir sonraki yeşildi. Elinden çıkar çıkmaz; durgun suda yayılan dalgalar gibi yayıldı ve bir süre tüm manzara yeşil filtre altından göründü. Anlaşılan, her bir renk farklı bir şekilde karışıyordu rüzgara.
Bankın üstünde duran sarı bohçaya bakıp gülümsedi. Koşarak olduğu yerden kaptı ve pencere kenarına getirdi. Ağırlığına bakılacak olursa, içinde herhalde bin kadar misket vardı. Büzgüyü yavaşça açsa da, bunca misketi küçücük elleriyle kontrol edemedi. Cam küreler hem içeri hem dışarı doğru dağıldılar. Kompartımana düşenler takırdıyor, dışarı gidenler bin bir şekilde havaya karışıyordu. Büyüleyici bir manzara, renk cümbüşüyle harmanlanıyordu. Renkler, trenin etrafını sarmış ve tren bir renk tünelinde ilerlemeye başlamıştı.
Açlığı yeniden kendini hissettirince camdan ayrıldı. Kompartımanı tekrar inceledi. Etrafa saçılmış misketlerden başka bir şey yoktu. Bunlardan birini alıp ağzında çevirmeye başladı. Sarı olduğu için ekşi bir tadı olacağını sanmıştı ama camın soğukluğu ve sertliğinden başka bir şey damağına dokunmadı. Yeniden banka uzanmış, camdan süzülen rengarenk ışıkların, kompartımanın duvarlarında gezinmesini izliyordu. Bir süre sonra, sarı misketi tükürdü ve sallanan koltuğun karşı konulmaz uyku davetine kendini bıraktı.