Bir keresinde
yerkürenin çekirdeğinde yanan
ateşe tutulmuştum.
Saçlarımdan tutuşmuştum.
Bir keresinde bir jilete aşık olmuştum.
Ne kadar ince damarım varsa hepsini tek tek kesmiştim.
Akan kanda geleceğimi içmiştim.
Annesinin kocaman parlak gözleri vardı. Saçları, oksijenle açılmış, kalın kızıl sarı halatlar gibi omzundan beline akardı. Kocaman kalçaları, kocaman elleri ve kocaman ayaklarıyla etrafına her daim asabiyet saçardı. Henüz annesinin onu dolunaylı bir gecede, kasabanın garındaki hurda vagonlardan birinde, bir başına, çığlıklarını demir gürültüsüne kata kata doğurduğunu bilmiyordu. Dünyayı pis bir döşek, bitmesin diye az, çok az yakılan ve üstünde yoksul çorbalar kaynayan küçük mavi bir tüp, bir de içi paçavra dolu tahta bir valizden ibaret sanıyordu… Annesi onu gün boyu uyumaya zorluyordu. Yaşama anca geceleri izin vardı. Gündüzleri demiryolunda deli bir anne kızıyla saklambaç oynuyordu.
Birki üçdört beşaltı yedisekizdokuz on…
önümarkamsağımsolum sobe saklanmayan ebe.
Mine Söğüt, ilk baskısı 2011 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılan “Deli Kadın Hikayeleri” adlı kitabında bir sürü ama bir sürü kadını anlatıyor. Deli kadınlar, zırdeli kadınlar, kadınadamlar, hayatın yükünü sırtlanan, geleceğini pamuk ipliğine bağlayan kimi zaman da pamuk ipliğinden kendine bir gelecek yaratmaya çalışan kadınları anlatıyor. Hepsinin küçük küçük, dünyadan büyük, kendine has hikayeleri var bu kadınların. Küçük dünyaları, büyük yaşanmışlıkları, sarsan gerçekleri var.
“Delirerek ölenlere…” diye başlıyor Mine Söğüt kitabına. Deli kadınların hepsi bizim kadınlarımız, Mine Söğüt’ün kaleminden fırlayan belki de günlük hayatta sürekli es geçtiğimiz kadınlar. Mine Söğüt’ün deli kadınlarına kulak verin derim. Onların anlatacak bir dolu öyküsü, bir yudum hayatı ve canhıraş soluklanmaları var.