Gerek Doğu coğrafyasında, gerekse Batı’da “tarikat, fırka, ekol” diyebileceğimiz oluşumların kökeni semavî dinlerin başlangıcına kadar gider. Bu oluşumlar, ya dönemin yaygın din anlayışından bir kaçmak, ya da güçlü devletlerin hışmından sakınmak için kendilerini toplumdan izole ettiler. Öyle ki Hıristiyanlığın kökeni, yayılması da yine bu mantığa dayanır. Bir köle hareketi olarak filizlenen Hıristiyanlık, Roma zulmünden kaçarak, yeraltı şehirlerinde, dehlizlerde, mağaralarda varlığını sürdürdü. Ta ki Roma İmparatoru I. Theodosius 391 yılında Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul edene dek. Dile kolay, 400 yıla yakın bir süre, Hıristiyanlık gizlenerek, takiyye yaparak ve katliam tehlikelerden kaçarak bugünlere gelebildi. Bugün dünya turizminin gözbebeklerinden olan Ürgüp, Göreme, Kapadokya gibi merkezler, Roma zulmünden kaçanların yarattığı yerlerdi çoğunlukla. Herneyse…
Hıristiyanlığın bu misyonuna benzer bir misyon Doğu –ya da İslam coğrafyasında- da sıklıkla denendi, uygulandı. Yaygın sünnî ekole muhalif olan, kendi dünya görüşleri ve inançları çerçevesinde bir hayatı tasavvur eden ve bu ideayla yaşamak isteyen günümüzün ‘’illegal partileri’’ diyebileceğimiz tarikatler, damgalanmış mezhepler, kendi kabuklarına çekildiler bu dönemde. Bu çekilme, silik bir çekilme değildi. Yer yer İsmaililer (Hasan Sabbah örneğinde olduğu gibi üzere) gibi kök söktüren, kimi yerlerde Bektaşiler gibi ta Balkanlara kadar yayılan, Baba İshak, Kalender Şah gibi isyana kalkışan biçimlerinde kendini gösterdi. Anadolu’daki tarikatların ezici çoğunluğu saltanat kavgasına girmeden, obur devletlere yeri geldikçe tavrını göstermekle birlikte, temelde insanı eksene alan bir niyet güdüyordu. Kendilerine bir yol belirlemişlerdi. O yoldan kendi menzillerine gitmenin derdindeydiler. Zaten tarikat de ‘’yol’’ demekti.
Fakat bu temel hat, Mevlânâ ve Mevlevilik özelinde pek uygulanmadı. Mevlevilik hiçbir zaman derdi olanların, yoksulların, zulümden kaçanların sığındığı bir liman olmadı. Çünkü Mevlânâ en baştan beri Selçuklu’nun desturunu alarak girişti ilim-irfan sevdasına. Özet mahiyetinde kısa bir bilgi verecek olursak; Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled’in Harzemşahlar hükümdarıyla girdiği anlaşmazlık sonucu Anadolu’ya gelirler. Erzincan ve Karaman’a bir süre yaşarlar. Sonrasında Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın davetiyle Konya’ya yerleşirler. Kendilerine medreseler tahsis edilir. En üst mertebelerden ilgi-alaka görürler.
Esas itibariyle aristokrat bir aileden gelen Mevlânâ Selçuklu’nun bu davetinde bir abes görmez. Kurduğu Mevlevilik tarikatının kendisi de tarihi seyri içinde bugüne dek sönük de olsa gelmesini buna borçludur. Mevlevilik, önce Selçuklu’nun, ardından Osmanlı’nın himayesiyle kendine yer bulmuş, Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından neredeyse tüm tekke, zaviye, dergâhlar yasaklanırken Mevlevilik’e pek dokunulmamıştır. Bu, Mevleviliğin bireyci yapısından ileri olsa gerek.
Yine de bir hususa dikkat çekmekte fayda var: Mevlânâ, yukarıda değindiğimiz ekollere, anlayışlara pek de yabancı biri değildir. O, babasından sonraki en büyük hocası olarak bilinen Melameti Şeyhi Seyyid Burhaneddin Muhakkak’tan dersler alır. Seyyid Burhaneddin ki ezoterik Batınî anlayışını benimsemiş, ihtimal ki Mevlânâ’yı da bu yönde eğitmiştir. Batınî fikriyatı, dünyanın temeline insanı alan, insanı yücelten bir fikriyattı. Her şeyin zahiri (açık) yanlarının dışında bir de batınî (gizli/içrek) yanlarının olduğunu düşünüyorlardı. Mühim olan batındı, zahir sadece kabuktu onların nazarında. Mevlânâ’nın bunlardan da beslendiğini, fakat bunu temel şiar edinmek yerine, dönemin tüccar, esnaf, aristokrat kesimin rağbet ettiği bir ekole girişmesinin sebebini nerede aramak gerek?
Mevlânâ’dan sonra gelen ediplerin nazire niyetiyle söyledikleri ‘’Peygamber değil ama kitabı var’’ sözüne konu olan Mesnevi’ye bakalım biraz. Mesnevi, Mevlânâ’nın ne denli bireysel kaygılar güttüğünün, zamanının sorunlarına eğilmediğinin, davasının insan değil, aşk (ilahî aşk) olduğunun ispatı bir eser. Öyle ki Mevlânâ’ya isnat edilen ‘’Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok nice elbiseler gördüm içinde insan yok’’ sözünün de ona ait olmadığı bugün artık bazı çevreler tarafından tartışılıyor. Aynı yabancılık Mevlânâ’nın can dostu ,Şems’in Makâlât’ında da sezilir. İki eser birbirlerini tamamlarlar böylece. Bu iki dostun temel mevzusu edebî, dinî tartışmalardır. Halka çevirdikleri bir kulak yoktur. Schiller’in ‘’ Dünyanın çarkını döndüren aşk ve açlıktır.’’ Şeklinde hoş bir sözü vardır. Mevlânâ açlığa yabancıdır. O, aşkı arar. Kendinden önce gelen Yunus Emre’de olduğu gibi sistemleşmiş dine, Baba İshak gibi zulme karşı isyancılığa, kendinden sonra gelen Şeyh Bedreddin gibi yoksulları merkeze alan bir yaşam kurma kaygısı yoktur. Dünyanın ne hâli varsa görsün, dercesine aşkı konuşur. Ki o dönem Anadolu diken üstündedir bir yandan. Moğol saldırıları iyice artmıştır. Halk bu mezalimden düçar olmuştur. Fakat Mevlânâ genel olarak dert etmez bu kaygıları. Ama şunu der Mevlânâ Mesnevi’de ‘’Padişahların hırsı yüzbinlerce şehri viran etmiştir.’’ Bu yüzdem olsa gerek elini eteğini çekmiş bu davalardan, etliye sütlüye karışmamıştır. Bunun içindir ki ölümünden sonra Mevlevilik, iyice aristokrat kesimin müdavimi olduğu bir ‘’clup’’ olmuş, sema gösterileri de bu cluplerde içi boşaltılmış dans hâlini almıştır.
Yazınızı ilgiyle okudum. Mevlana’nın felsefesi gerçekten de bireyseldir. Aslında bu durum İslamiyete de terstir. İslamiyet toplumcudur. Basit örnekle ‘çoğalın’ der. Oysa Hristiyanlıkta bu yoktur. Mesela evlilik olayına karşıdırlar; katolik papazlar evlenemezler bu yüzden. En önemlisi İslamiyette köşeye çekilme, çile çekme olayı yoktur. Hristiyanlıkta vardır. Fakat biz bunu Mevlana’da görürüz! Yanlış hatırlamıyorsam 40 gün kadar bir hücrede kaldı. Ama sonraları ben bunu bir müridiyle beraber (iki kişi olmuşlar) kaldığını bir yerlerden okumuştum. Her ne olursa olsun bu bir çile çekme eylemdir. Neyse!
Mevlana’nın felsefesinin sizinde bahsettiğiniz gibi batini olması muhtemeldir zira tamamen Humanizm felsefesi ile benzerlikleri vardır. Ayrıca Mevlana’nın bir sözü vardır ki (şimdilerde onun sözü olmadığı da söyleniyor) ”kim oluşan ol yine gel.. İster putperest ol …..” diye söylediği söz de biraz Batinilik vardır. Şöyle: Tanrı tüm yarattıklarının içinde en çok insanı sevmiş. Nedeni ise bilme gücünü (akıl) vermesiymiş. Dolayısıyla insan yaradılışta Allah’ın bir paçasını da taşımış oluyor. İşte bu yüzden de Mevlana sevgi ile çağırıyor, yaratandan ötürü herkesi seviyor. Aynı görüşü biz Hacı Bektaş Veli’de de görürüz. Bu da neyse!!
Gelelim çevresiyle politik bağının olmayışına; var! Yazınızda Moğollardan bahsediyorsunuz. O dönem Moğol baskınlarının olduğu dönem. Hatta Hoca Nasrettin’in falan yaşadığı dönem. Dolayısıyla Moğol emperyalizmine kaşı direnişlerin olduğu dönem. Hatta Hoca Nasrettin’ini, Ahilerin çalışmalarını ilk sivil toplum örgütlenmesi olarak da nitelendirebiliriz.Ama ne yazık ki Mevlana çarçabucak Moğolları kabul ediyor. Hatta direnenlere de pek kızıyor… Hatta Hoca Nasrettin’in ve kendi oğlunun katili(1261) bile olduğu bazı yerlerde iddia ediliyor.
Selamlar.
Kelimeleri yazarken hatalar yapmışım,yanlış yazmışım.Özür dilerim.Umarım anlaşılırım.
Berrin hanım, yorum için öncelikle teşekkürler.
Dinler için bir noktaya değinmek istiyorum. Devlet tekeline giren her din özünü kaybeder. Çünkü o andan sonra kan emici sultanların bir piyonu haline gelir.
Hıristiyanlık 400 yıl kaçarak, gizlenerek varoldu ama nihayetinde Roma’ya teslim oldu. Roma, atadığı Papa’yla artık dini bir kurum haline getirdi. Bizdeki mantık da bira böyleydi. Muhalif bütün Alevi dergâhları, tekkeler kapatıldı, sünni kesim ise Diyanet kurumuyla teslim alındı ve imamlar memurlaştırıldı.
İslamiyet’in Muhammed peygamber döneminde toplumcu olduğunu, sizin de dikkat çektiğiniz gibi ben de kabul ediyorum. Arap kabile reislerine başkaldırarak yaydı Muhammed bu dini. Ama ne yaptı? Medine İslam Devleti’ni kurdu. Hıristiyanlığın 400 yıl iyi-kötü kaçındığını Muhammed çok erken yaptı. Mümkün mertebe toplumcu içeriğini korumaya çalışarak…
Şems’in Batınî olduğu artık sır değil. Hatta Alamut’tan bunun için gönderildiği, bizzat Rûmî’yi -Mevlânâ- kendine çekmek için geldiği biliniyor. Çünkü o dönem Anadolu gerçekten karışık. Mevlânâ da bilinen bir şahsiyet. Böyle birini kendi saflarına çekmek, o zatın hitap ettiği kitleyi de çekmek demek olacaktı.
Diğer isimlerini zikrettiğiniz Ahi Evran, Hoca Nasreddin de bunlardan birkaçı. Hatta ”Ahi”, ”kardeş” demektir. Kurduğu loncanın böyle bir derin manası var. Ahi teşkilatını ”Kardeşler teşkilatı” olarak anlamak mümkün. Zira Ahi Evran’da da Batınî bir kimlik var. Tüm bunlar arasında Moğol mezalimine en sessiz kalan benim bildiğim yine sadece Mevlânâ’dır.
Doğrudur, Nasreddin Hoca’yı öldürtenin Mevlânâ olduğu rivayet edilir.
Bu da Mevlânâ’ya kâr kalmaz ama. Mevlânâ’nın oğlu Alaadin de ardından sır bir şekilde öldürülür.