Hayatım boyunca şu okul denen illeti bir türlü sevemedim. Hayatım boyunca dediğim de beşinci sınıfa gidiyorum işte, hesaplayın kaç oluyor. Benim matematiğim henüz yetmiyor hesaplamaya öyle düşünün. Normalde yeter de, maalesef her yaz tatilinde okula dair hatırladığım tek şey okumak oluyor öğretilenler arasından. Sadece okumak. Matematik, o, bu hiçbiri değil. Hele öğretmenimizin her Türkçe dersinde büyük bir azimle yaptırdığı çalışma kitabı etkinlikleriyse hiç değil, sadece okumak. “Beşinci sınıfa giden bir öğrenci nasıl sayı saymayı beceremez?” demeyin, beceremiyorum işte. Unutuyorum her şeyi çok çabuk.
Bir de Sevde oluyor da hiç aklımdan çıkmayan, sormayın gitsin. Ama zaten öğretilenler arasından demiştim, bana öğretmediler onu. Öğretemezlerdi ki bana onu, hepsinden daha çok biliyordum ben Sevde’yi. Bana her baktığında gözlerine yansıyan kısık mum alevini nasıl öğretebilirlerdi ki? Öğretemezlerdi işte. Ben onu hiçbirini bilmesem de her dilde seviyordum. Sadece ana diliyle okumayı hatırlayan birine bunu nasıl anlatabilirlerdi ki? Ah ulan Sevde! Aah… Seni kitap yapsalar ana dilimle okutsalar bana, okumaya ömrüm yetmez, geçen yılların arasında solmaya yüz tutmuş çiçek yaprakları son nefesini verirken, son nefesimi verirken bana, sen kokar da bitiremem ben seni! Ama sıkılmam sakın yanlış anlama, gözlerini izlemekten hiç sıkılmam. Hani bana arada “Bir şey mi oldu Metehan?” diyorsun ya. Oldu ya, oldu… Sıkılmadım!
Ben Metehan… 5-A sınıfına kadar okuduğu tüm sınıflarda yapılan okuma yarışmalarında her zaman birinci olan Metehan. Okumayı çok severim yani, bir dakika içinde sınıfta en çok kelime okuyan kişi hep ben olurum. Benim annem de öğretmen, ondan olsa gerek… Arkadaşlarım okuma konusunda hep benimle yarışırlar. Hatta annemle misafirliğe gittiğimizde koskoca kadınlar nasıl okuduğumu görmek için elime kitap verim: “Oku bakayım şurayı.” Derler, okurum. Sonra kendi çocuklarına verirler bir de ona okuturlar. Amacın ne olduğunu hala çözemedim fakat hepsinden iyi okuduğum ve zamanla annemin arkadaşlarının yüzünün düştüğü aşikar.
Okul denen illeti sevemedim bir türlü diyorum ama bakmayın siz bana; bizim okulu sevemiyorum bir türlü, annemin okulunu çok severim ben. Genelde de orada zaman geçiririm. Kendi okulumdan çıkınca annemin okuluna gider, büfeden sipariş ettiğim aparatifimi yerim. Oradan da mesai bitimine kadar beklerim ki annemle birlikte eve yürürüz. Annemle eve giderken mahalleden çocukları görmemek için içten içe dua ederim Allah’a. Çünkü beni gördüklerinde dalga geçerler benimle, ana kuzusu diye. Pek aldırış etmezmişim gibi yaparım onların yanında ama her şey pembe renkli apartmana bakan penceremin önüne oturunca çözülüverir aslında…
Annemin okulunu neden mi severim, oraya gidince nöbetçi ablalar beni mıncıklarlar hep, tanırlar beni. Ben onlar varken bu durumdan hiç hoşnut değilmişim gibi yaparım ama aslında hep beni mıncıklasınlar isterim, çok hoşuma gider. Bir de beni oraya çeken Kurt var, okul müdürünün köpeği. Kocaman, sarı-siyah tüylü, dik kulaklı bir köpek. Ben ödevlerimi hep onun yanında yaparım. Sadece ödev yapmam dertleşirim de aynı zamanda. Bizim sınıftakileri, mahalledekileri anlatırım. Kendimi anlatırım, Sevde’yi anlatırım. Onu bu kadar çok sevmeme, bütün sırlarımı paylaşmama rağmen hiç unutmam, bir keresinde beni havlayarak kovalamıştı, korkuyla okulun büyük salonundaki pinpon masalarının üzerine atlamıştım. Allahtan hademe Mehmet Abi oradaydı da beni kurtarmıştı. İlk kez o zaman korkmak nedir anlamıştım sanırım. Gerçekten korkmuştum. Hala Kurt’un beni neden kovaladığını anlayamıyorum ya neyse. Haa söylemeden edemeyeceğim, bir de Nevzat Amca vardır annemin okulunda, çok güzel hikayeler bilir. Bana her gittiğimde bir hikaye anlatır sağ olsun. Edebiyat öğretmeniymiş. Bunu da çok sonra öğrendim.
Bizim okulda bunlardan hiçbiri yok, çok sıkıcı. Sıkıcı olmasının yanında bir de resim öğretmenimiz 35×70 resim çantası taşıtıyor bize, her Salı ve Perşembe günleri. Kendimi onu taşırken çok acayip hissediyorum, hiç karizmatik değil. Hoşlanmıyorum işte. Eskiden taşıdığım, içinde haşlanmış yumurta eksik olmayan Ninja kaplumbağalı beslenme çantam gibi… Bizim okula başladığımdan beri ısınamadım açıkçası, 5 yıldır yani. Isınmak nasıl olur onu da bilmiyorum gerçi ama ısınamadığıma kesinlikle eminim. Bu sanırım sevip sevmediğini bilemeyip aşık olduğuna emin olmak gibi bir şey.
Her ne kadar okulu sevmesem de öğretmenim Şerif Öğretmeni çok severim. Beyaz saçları, çökmüş yüzü, eski püskü takım elbiseleriyle tam belli eder eski öğretmenlerden olduğunu. Ama çok uzundur Şerif Öğretmen, eski voleybolcudur. Hem zaten bize voleybol öğretiyor. Okulda bir voleybol takımı bile kurduk Şerif Öğretmenin önderliğinde. Bilin bakalım takım kaptanı kim? Tabiki de benim! Bizim sınıfın en uzun boylusu Nedim, çok uğraştı kaptanlığı benden almak için ama başaramadı. İyi de oldu benim kaptan olmam, Sevde’nin gözünde biraz da olsa yükselmişimdir diye düşünüyorum. Yani tek temennim o. Neyse..
Şerif Öğretmeni severim sevmesine de; dedim ya okulu, dersleri hiç sevemiyorum. Şerif Öğretmen bütün dersleri anlatırken tahtaya yazıyor, bense düşe yazıyorum. Buna rağmen de sınıfın başarılı öğrencilerindenim. Sanırım hayal gücü her şeyin ilacı… O’nun acısı hariç…